You need to enable JavaScript to run this app.

Skip to main content

bir ağaca rasladı sûfi...

bir ağaca rasladı sûfi...

Kıdemli Üye
bir ağaca rasladı sûfi...
[Resim: agaclar5wjld1fu9.jpg]

Issız bir bozkırda, yapayalnız kalmış bir ağaca... Kökü toprağın derinliklerinde sabit, görkemli gövdesi tertemiz, çürüksüz, yarasız beresiz bir ağaçtı bu... Ne böğründe hain bir baltanın yarası vardı, ne de kurtlar geziniyordu gövdesinde.

Yaprakları gün ışığının aydınlığını yudumluyor, rüzgârın kır çiçeklerinden getirdiği rayihaları teneffüs ediyordu. Dalları duaya açılan eller gibi semaya yönelmiş, hayat, saadet ve afiyet niyaz ediyordu adeta. Kimi dalları rükuya, kimileri secdeye eğilmiş, kimileri dimdik, kıyamdaydı sanki. Ve hepsi de yemişlerle doluydu. İnsanların sofralarında ziyafet olmaya hazır yemişlerle...

Gür-gümrah dallara, dallardaki alımlı meyvelere bakınca, ağacın derûnunda bir ırmak gibi çağıldayan yaşama ve yaşatma arzusunu hissetti sûfi. Heyecanlandı. Daha bir yaklaştı, dokundu, başını kaldırdı, izlemeye başladı. Her dal sonsuza uzatıyordu kollarını. Sanki başka göklere, başka sevdalara, başka ümitlere, daha başka bir hayata, ebediyete aşıktılar. Belli ki meyli başka alemlere doğruydu ağacın. Dokundu ve izledi sûfi.

Sonra bir kez daha, bir başka bakışla baktı sûfi. Bu kez ağaç ona, bu yapayalnız haliyle, münzevi bir dervişi hatırlatmıştı. Ağaçla kendisi arasında bir ortak taraf buldu. Bir gizli lisan ile fısıldaşarak sohbet edecek bir yarene rastgelmişti artık. Ağacı dinledi, ağacı sevdi sûfi. Daldı gitti gözleri dallar boyunca. Birlikte kanat açtılar mavi sonsuzluklara doğru...

Bu sır sohbetinin bir yerinde kalbine yöneldi sûfi ve dedi ki kendi kendine: Ağaç ki, onun varlığından yalnız insan değil; kurt-kuş, çiçek-böcek, bütün bir tabiat memnundur. Gelip geçen yolculara bir güzellik, bir ince mana, bir sürür bahşeder durur. Güzel Allahım onu renkten, ışıktan bir buket gibi toprağın eline vermiştir.

Ağaç artık bir ayetti sûfi için. Okunup tefekkür edilmesi gereken, Allah'ın sonsuz-sınırsız ayetlerinden biri. Bir alem. Bir sessiz lisan. O var, ben O'nun sonsuz mülkünde bir iz, bir işaretim diyen bir lisan.

Ağaca böyle baktıkça ürperdi sûfi. Kalbi mehabetle doldu. Damarlarında bir heyecan gibi dolaşıp akmaya başladı.

Derken, ağaca özendi, ağaç olmak istedi sûfi. Bu arzu bir tahassür gibi yandı yüreğinde.

Sonra, n'olaydı ben de sofralarda ziyafet, ağızlarda tat, damarlarda hayat olabilseydim; n'olaydı bu ağacın meyveleri olaydım dedi kendi kendine.

Böyle düşünürken bir an sonra fikri değişti sûfinin ve ağacın gölgesi olmak istedi. Gelen giden yorgun yolcular bende serinlesinler, uzanıp yatarken göğün o dipsiz maviliğine bende dalıp gitsinler, ruhlarını bende şenlendirip, hayallerini bende sonsuza kanatlandırsınlar diye...

Sonra birden yine fikrini değiştirdi sûfi. Kuşlar gibi cıvıl cıvıl bağrışarak, sevinçle koşuşan çocukların minicik ayaklarına birer merdiven, birer basamak olmak istedi. Onları meyvelere ulaştırmak için bu ağacın budakları olmayı diledi.

Hayır, yoksa dalları mı olmalıyım? dedi daha sonra. Tomurcuklar bende açar. Sonra da meyvelerle donanırım. Salıncaklar kurulur dallarıma ve yüzleri günyüzü güzelliğinde pırıl pırıl bebekler, mışıl mışıl o mesut uykularına dalarlar. Kuşlar gelirler, dizi dizi, çığlık çığlık... Şarkılarını söylerler, mesut yuvalar kurarlar.

Sonra bir tereddüt geçti içinden sûfinin ve yoksa yaprakları mı olsam acaba? dedi. Gündüz güneşin, geceleri ayın o ruhlara sükun veren ışığını yudumlarım, gözlere gönüllere hoşluklar serperim diye düşündü. İlkbaharda çiçek çiçek açılıp, nakış nakış ağacımı süslerim. Bakışları büyülemek ne kadar haz vericidir bilirim. Serin ve munis rüzgârlar gelip beni yarinin saçlarını okşayan bir aşık eli gibi okşarlar. Itrımı alıp dört bucağa dağıtırlar. Başka ağaçlardan bana başka kokular getirirler, dedi.

Bir kararda durmuyordu ama sûfinin yüreği. Yine fikrini değiştirdi. Bu kez hayır hayır, gövdesi olmalıyım bu ağacın, gövdesi diye haykırdı içinden. Dallar benden doğar, sarmaş dolaş, büklüm büklüm göğe uzanırlar. Yemiş veren, dal veren bir ağaç olurum. Dal veren ağaç, bal veren kovan gibidir. Çoluk çocuk veren oba gibidir. Ah, nasıl bir ihtişamım olur kim bilir, dedi.

Seyrine daldığı bu ağaçta gövde olmak, dal, yaprak, meyve; sonra da sofralarda lezzet, damaklarda tat, insan damarlarında hayat olmak arzuları arasında bir gidip gelen sûfinin aklına neden sonra ağacın kökleri olmak fikri geldi. Ağacın kökleri olmak...

Ama kökler, gözden ırak, sessiz sedasız, tanınmadan, adsız ve şansız, şöhretten uzak bir dünyada yaşıyorlar dedi ve içini çekti sûfi. Güneşe hasret, ışığa muhtaç, karanlıklarda, toprağın zindanlarında yaşamak ve hep o karanlıklara doğru ilerlemek... Ne korkunç, dedi sûfi ürpererek! Kök olsam, göz alan, gönül okşayan bir rengim olmaz. Kimseler adımdan da söz etmezler. Yemişler kadar anılmaz adım. Hep yaşatmak için yaşamak zorunda kalır, toprağın zindanlarında çile çekip ızdırap yudumlarım, dedi.

Artık köklerin yudumladıkları acıyı duyumsar gibiydi sûfi. Bu kez uzun uzun düşündü. Ezelî vazifesini şimdi daha iyi anlıyor gibiydi. Kalbinin derinliklerine dalarak dedi ki: Köklerin çektiği acılardır ki, meyvelerde lezzet, yaprak ve çiçekte renk ve letafet, dallarda tomurcuk, gövdede mehabet ve azamet olmuştur. İlâhi kanun böyledir. Gökler ağladıkça toprak gülümser. Birileri acı ve meşakkat çekmeden bir başkaları mesut olmuyor.

Ve sûfi bildi ki, kökü olmayan ağaç yaşamaz. Artık sûfi bu görkemli ağaçta kök olmayı, köklerde bir kılcal damar olmayı ve toprakta kalmayı diledi. Bu nasibe razı oldu, Köklere katıldı, bir kılcal kök oluverdi.

Sonra uyandı sûfi bu tefekkür ve hayal aleminden ve baktı ki içinde yaşadığı inananlar topluluğu da böyle bir ağaçtan hiç farklı değil. Bir ağaç ki, köklerinin tutunduğu toprak, Allah'ın yoludur. Kökleri ise Allah'ın veli kullarıdır. Riyadan uzak, gözden ırak sessiz ve sedasız, bu kutsî toprağın sinesinde çalışmaktalar. Bu hayat veren toprağın gıdasını gövdeye, dallara, yapraklara, meyvelere gönderiyorlar. Hep toprakta kalıyorlar ki bu muhteşem ağaç yaşasın, dalları ebediyet semasına ağsın.

Ve nihayet sûfinin dudaklarından, toprak altına bu ulu ağaca hayat vermek için giren Ahmet Yesevî'nin can damlalarına denk şu mısraları dökülüverdi:

Kimi görsem, hizmet ettim kulu oldum

Toprak gibi yollarına yol oldum

Aşıkları yakıp sonra sönen kor oldum

Merhem oldum, yer altına girdim işte...alıntı
[Resim: 1871qt9.gif]
Bunu ilk beğenen sen ol.
Son Düzenleme: 13-07-2008, Saat:04:54 PM, Düzenleyen: ASUDE.

İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren İslami Forum sitemizde 5651 sayılı kanunun 8. maddesine ve T.C.K'nın 125. maddesine göre tüm üyelerimiz yaptıkları paylaşımlardan kendileri sorumludur. Sitemiz hakkında yapılacak tüm hukuksal şikayetleri bağlantısından bize ulaşıldıktan en geç 3 (üç) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmenlikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve site yöneticilerimiz tarafından bilgi verilecektir.