You need to enable JavaScript to run this app.

Skip to main content

Tasavvufta Rabıta Şirki

Tasavvufta Rabıta Şirki

General
Tasavvufta Rabıta Şirki
Bölüm 1-

Rabıta : Bağlantı, bağlantı vasıtası, bağlılık, tutarlılık, tertip, düzen, bağ, münâsebet, ilgi; müridin, şeyhini düşünerek, kalbinden dünya ile ilgili şeyleri çıkarması, şeyhi vasıtasiyla Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ve ALLAH'a kalbini bağlaması anlamında bir tasavvufî terim. "Rabıta" Arapça bir kelime olup, "r-b-t" kökünden türemiş bir isimdir. Çoğulu "revâtib"dir.

Kur'an'da "rabıta" kelimesi geçmemekle beraber, kökü olan "r.b.t" mazi fiili iki yerde, muzarisi olan "yerbitü" bir yerde, emri çoğul olarak "râbitü" şeklinde bir yerde ve aynı kökten gelen "ribât" ismi de bir yerde geçmektedir.

-(Ashabı Kehf'in) kalplerini (sabır ve metânetle) bağla(yıp kuvvetlendir)miştik" (Kehf, 14);
-"Musâ'nın annesinin gönlü bomboş sabahladı. Eğer biz (va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini iyice pekiştirmemiş (sabır ve sukûnete bağlamamış) olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı" (Kasas, 10).
-"O zaman sizi, ALLAH'tan bir güven almak üzere hafif bir uyku bürüyordu; üzerinize sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (içinize attığı kötü düşünceleri) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve ayaklarınızı pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu" (Enfâl, 11).

Bu ayetlerde geçen "r.b.t" kelimesi, insanı sabır, sükûnet ve metanette sabit kılmak, ona bu duyguyu vererek itmi'nana kavuşturmak demektir.
(ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kâhire1977, IV,216;el-Beydâvî, el-Envâr, Mısır 1955,II,3)

Bazen de, "ribât" kelimesi, bağlanıp beslenen atlar (savaş araçları) manasını ifâde etmektedir:

-"Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar (savaş araçları) hazırlayın. Bununla ALLAHın düşmanını, sizin düşmanlarınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, ve hiç haksızlığa uğratılmazsınız" (Enfâl 60).

"Râbitu" şeklindeki emrin bulunduğu ayetin meâli de şöyledir:
-"Ey iman edenler, sabredin; direnip (düşman karşısında) sebât gösterin; üstün gelin; cihad için hazır ve rabıtalı olun" (Âl-i İmran, 200).

Bu ayette söz konusu olan "rabıta''nın ne demek olduğu hususunda alimlerin farklı yorumları vardır.

Alimlerin bu husustaki değişik tariflerini şöyle sıralamamız mümkündür:

1- Atlarla saf bağlayıp tam bir irtibat halinde düşmana karşı durmak.
2- Düşman hudutlarındaki karakolları beklemek.
3- ALLAH düşmanlarının saldırısını önlemek için nöbet beklemek.
4- Bir namazdan sonra diğer namazı beklemek.
(et-Taberi, Camiul-Beyân on Te'vili Ayetil-Kur'an, Mısır 1954,
IV, 221 v.d.; el-Kurtubî, el-Camiul i Ahkamil-Kur'an, Mısır 1967, IV, 323 vd.; er-Razî, et-Tefsirul-Kebir, IX, 156.)

Bazıları da bu ayette kastedilen rabıtanın tasavvufî manada olduğunu söylemişlerdir.
(Muhammed Vehbi, Hulâsetul-Beyân fi Tefsiril-Kur'an, Şehzadebaşı 1341-1343, III, 289.)

Murabata – rabıta iki türlüdür:

1. Yukarıda söylediğimiz, İslam ülkesinin sınır boylarında nöbet tutmak ve düşmana karşı uyanık olmak. Bu mana murabatanın hakiki manasıdır.
2. Nefsin hilelerine karşı uyanık olmak. Bu da murabatanın mecazi manasıdır.
Bu manada olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:
“Bir namazın ardından diğerini beklemek ribat/rabıta kabilindendir”. “Size ALLAH’ın hatalarınızı ne ile sileceğini, derecelerinizi ne ile yükselteceğini söyleyeyim mi? Evet, buyur, söyle dediler. Zor şartlarda dahi mükemmel bir abdest almak, mescitlere doğru çok adım atmak, bir namazın ardından diğerini intizar etmek… İşte ribat/rabıta budur, rabıta budur, rabıta budur”

Hz. Osman (radıyalahu anh) anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim şöyle diyordu:
"ALLAH yolunda bir günlük ribât, diğer menzillerde (ALLAH yolunda geçirilen) bir günden daha hayırlıdır."
Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 26; ( 1667, 1664, 1665); Buharî, Cihâd 73; Müslim, İmaret 163; İbnu Mâce, Cihâd 7, Nesaî, Cihâd 39, 6, 39).Kutub-i sitte: 962

Fadâle İbnu Ubeyd (radıyalahu anh) anlatıyor:
"Her ölenin ameline son verilir, ancak ALLAH yolunda ölen murâbıt müstesna. Çünkü onun ameli kıyamet gününe kadar artırılır. Ayrıca o, kabir azabına da uğratılmaz."
Tirmizî, Fedâilu'l-Cihad 2,(1621); Ebu Dâvud, Cihâd 16, (2500). Kutub-i sitte: 963

Kurân-ı Kerim’de ve sünnette bulunan bir kavramı Hz. Peygamber’in ve onu izleyenlerin anladığı gibi anlamak esastır. Bu ve benzeri kavramları doğru anlayabilmek için muhtaç olduğumuz birinc kural budur.
İkinci kuralımız ise, sık sık tekrarladığımız gibi şudur: İbadetler tevkîfidir, yani Hz. Peygamber tarafından sabitlenmiştir, onlarda hiçbir artırma ve eksiltme olmaz. Çünkü ibadetlerin neler olduğu ve nasıl yapılacağı akıl üstü konulardır ve bizler ibadetlerden hiçbir şeyi kaldıramayacağımız gibi, onları değiştiremeyiz ve eklemeler de yapamayız. Onlar tamamen Mabudun hakkıdır ve onlara müdahale bidat sayılır. Efendimizin ifadesiyle; “Bütün bidatler dalalettir ve bütün dalaletler de cehenneme götürür”.

Rabıtacıların tevil ettikleri Mâide Sûresi'nin 35'inci ve Tevbe Suresi’nin 119'uncu âyet-i kerîmelerine ilişkin İslâm âlimlerinin tefsirlerinden örnekler:

_1. Ebu Cafer Muhammed bin Cerîr Et-Taberî (Öl. H. 310)'ye ait Câmi’ul-Beyân Fi Tefsîr'il Kur'ân adlı tefsirinden:
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması: «O'na yaklaşmak için vesîle arayınız.»
«Diyor ki: O'na, kendisini hoşnut kılacak amelle yakınlık arayınız. vesîle kelimesine gelince: (Arapça) faîle veznindedir. Şöyle ki: Kişi “Filan kese tevessül ettim“ der ; Bu, ona yaklaştım demektir. Yine bu cümleden olarak (Şair) Antere şöyle diyor: »
«Vardır sana gençlerde yiğitlerde vesîle, Çek sürmeyi kına yak madem ki öyle.»
Taberî bu açıklamadan sonra bazı hadislerle de yine “vesîle“ kelimesinin, yakınlık kazanmak için arayış anlamına geldiğini kanıtlamaya çalışmaktadır.
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«Kelamın manâsı ancak şudur: »
«ALLAH'ın emir ve yasaklarına dünyada titizlikle uymak suretiyle ahrette sadıklarla beraber olunuz. (...) Tefsircilerden bazıları da şöyle demişlerdir: “Bunun manâsı: Ebubekr ile, Ömer'le, ya da Hz. Peygamber ve muhacirlerle birlikte olunuz.“ ALLAH onlara rahmet eylesin.»

_2. Mu'tezileden Ebulkasım Jârullah Mahmûd b. Omar ez-Zemakhşerî (Öl. H. 538)'nin, El-Keşşâf An Hakâik'i Gavâmıd'ıt-tenzîl adlı tefsîrinden:
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«Vesîle: Başvurulan her araç vesîledir. Yani bir yakınlık, bir iş, ya da başka bir şey... Bundan esinlenilerek emirlere uymak veya yasaklardan sakınmak suretiyle ALLAH'a yakınlık için başvurulan herhangi bir şey demektir.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«Sadıklarla birlikte...»
Sadıklar: Niyet, söz ve eylem olarak ALLAH'ın dininde dürüst davrananlardır ; Veya: “Onlar ALLAH'a verdikleri sözü yerine getiren kimselerdir.(enbiya 23) âyetinden anlaşıldığı üzere gerek imanlarında, gerekse ALLAH' a ve Rasûlüne verdikleri sözde bağlılık gösterenlerdir.

_3. Fahruddîn-i Râzî (Öl. H. 606) olarak bilinen Muhammed b. Omar b. el-Hasan el-Bekrî'nin Mefâtîh'ul–Gayb adı altında kaleme aldığı Tefsîr-i Kebîr'inden:
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“O'na yaklaşmaya yol arayınız“ ALLAH'ın yasaklarını çiğnemekten sakınanlar olunuz ; ALLAH'ın hoşnutluğunu kazanmak için O'nun emirlerine tevessül ediciler olunuz. »
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“Doğrularla beraber olunuz.“ yani, savaşlarda Peygamberle ve ashabıyla birlikte olunuz; Sakın münâfıklarla birlikte savaşlardan geri durup evlerinizde oturmayınız.»

_4. Kurtubî Tefsiri olarak bilinen Endülüslü İslâm bilginlerinden Ebu Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (Öl. H. 671)'ye ait, El-Jâmi' li-Ahkâm'il-Qur'ân adlı kaynaktan:
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“Ey iman edenler, ALLAH'ın emir ve yasaklarına titizlikle uyunuz ve O'na yaklaşmak için vesîle arayınız “: vesîle, yakınlık kazanmak demektir. (...) Ve vesîle, yakınlık kazanabilmek için başvurulması gereken şeydir.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
« “Doğrularla birlikte olunuz“ Yani, münâfıklarla değil, Peygamberle beraber çıkanlarla birlikte olunuz; Yani, sadıkların anlayışı ve yolu üzere olunuz. Denilmiştir ki, onlardan amaç peygamberlerdir.»

_5. Kadı Beyzâvî Tefsîri (Öl. H. 691) olarak bilinen, Nâsiruddîn Ebu Said Abdullah b. Omar el-Baydâvi'nin yazdığı, Envâr'ut-Tenzîl ve Esrâr'ut-Te'vîl isimli eserden:
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“O'na yaklaşmak için vesîle arayınız“ Yani gerek O'na tâatta bulunmak (emirlerini yerine getirmek), gerekse ma'siyetleri terk etmek (günah işlemekten sakınmak) suretiyle sevabını ve yakınlığını kazanmak için arayışta bulununuz.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani yeminlerine ve keza verdikleri söze olan bağlılıkları bakımından, ya da ALLAH'ın dininde (ALLAH'a karşı olan muamelelerinde) gösterdikleri içtenlik ve dürüstlük bakımından doğrular (doğruluktan şaşmayan insanlar) la birlikte olunuz, (onlar gibi davranınız.»

_6. Medârik'ut-Tenzîl ve Hakâik'ut-Te'vîl adı altında, Ebu'l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Muhammed en-Nesefî (Öl. H. 701) tarafından yazılan ve kısaca Nesefî tefsiri olarak bilinen eserden:
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“O'na yaklaşmak için vesîle arayınız“ âyet-i kerîmesindeki (vesîle):Herhangi bir surette (O'na) yaklaşabilmek ve yaklaşmayı sağlayabilecek bir iş yapmak üzere başvurulan her türlü çaredir. Bu çareler, ALLAH Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazanabilmek için tâatlarda bulunmak ve kötü eylemlerden sakınmak anlamında kullanılmıştır.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani, imanlarında doğru olanlar gibi olunuz, münâfıklar gibi değil. Ya da savaştan geri durmayanlar veya gerek niyet, gerek söz ve gerekse eylem olarak ALLAH'ın emir ve yasaklarına uyanlarla birlikte olunuz.»

_7. Alâuddîn b. Muhammed b. İbrahim (Öl. H. 741) tarafından yazılan ve Khâzin Tefsiri olarak bilinen Lubâb'ut-Te'vîl Fi Maânit-Tenzîl adlı kaynaktan:
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması: «“O'na yaklaşmak için vesîle arayınız“ Yani emirlerine uyarak ve rızasına erişebilecek davranışlarda bulunarak O'na yakınlık kazanma yollarını araştırınız.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani, Peygamber (s)'e ve arkadaşlarına savaşlarda bağlılık gösterenler ve onları onaylayanlarla birlikte olunuz; Savaştan geri kalıp evlerinde oturan ikiyüzlülerden olmayınız.»

_8. İbn Kesîr Tefsiri (Öl. H. 774) olarak bilinen ve Ebulfidâ İsmail İmâduddîn b. Omar b. el-Kethîr tarafından yazılan Tefsîr'ul-Kur'ân'il-Azıym adlı eserden:
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“O'na yaklaşmak için vesîle arayınız“ Yani Onun emirlerine uymak ve O'nu razı edecek işler yapmak suretiyle yakınlığını kazanınız.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani Muhammed (s) ve arkadaşlarıyla birlikte olunuz..»

_9. Ebu Tahir Muhammed b. Ya’kûb el-Firûzâbâdî (Öl. H. 817) tarafından yazılan, Tenvîr'ul-Mikbâs Min Tefsîr'i İbn. Abbas adlı kaynaktan:
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“O'na yaklaşmak için vesîle arayınız“ ALLAH katında üstün dereceler kazanmak için çarelere başvurunuz demektir. Nitekim yararlı işler yaparak, üstün derecelere nail olmak amacıyla arayışlarda bulununuz denmektedir.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«“Doğrularla beraber olunuz“ Yani gerek hazarda, gerek savaş için evden ayrılma sırasında, gerekse fiilen savaşta Ebubekr'le, Ömer'le ve onların dâvâ arkadaşlarıyla birlikte olununuz.»

_10. Kanûnî döneminin ünlü Şeyhu'l islâm Ebussuûd el-İmâdî (Öl. H. 982)'nin yazdığı İrşâd'ul-Akl'is-Selîm İla Mazâyâ'l-Kitab'il-Kerîm adlı tefsirden :
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«Ey İmân edenler! ALLAH'dan sakınınız.» «Can almanın ve bozgunculuk yapmanın ne dehşetli hadiseler olduğu
(önceki âyetlerde) anlatıldıktan sonra; İkisinin hükmü açıklandıktan ve cinâyet işleyenin tevbe ettiği takdirde ALLAH'ın onu bağışlayacağına işaret edildikten sonra; sakınılması gereken can alma ve fesat çıkarma gibi ALLAH'a başkaldırı sayılan eylemlerden uzak durmak; ruhları yaşatmak ve bozgunculuğu bertaraf etmek gibi tedbirler almak; bununla birlikte tevbede acele etmek suretiyle mü'minlerin her hâlükârda ALLAH'ın öfkesinden sakınmaları emrolunmuştur.»
«Arayınız» «Yani kendiniz için arayınız.» «O'na» «Yani O'nun vereceği sevabı kazanmak ve O'na yaklaşmak için» «Vesîle -arayınız-»
«Vesîle: (Arapça) Faîle veznindedir ve ALLAH'a yakınlık kazanmak için emirlere uymak ve yasaklı şeyleri bırakmak anlamına gelir.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«Ey İman edenler!» «Burada hitap geneldir. Bütün tevbekârlar öncelikle buna dahildir. Bununla birlikte, özellikle Tebuk Seferi’ne katılmaktan kaçınanların amaçlandığı söylenmektedir.»
«ALLAH'dan sakınınız.» «Gerek işleyeceğiniz, gerekse bırakacağınız her şeyde (ALLAH'dan sakınınız.) Öncelikle savaşlar konusunda Hz. Peygamberle olan ilişkiler bu hitabın kapsamına girmektedir.»
«Ve sadıklarla birlikte olunuz.» «İmanlarında ve verdikleri sözde (onlarla) beraber olunuz. Ya da ALLAH'ın dini ile ilgili olarak (genel anlamda): niyette, sözde ve eylemde onlarla birlikte olunuz; veya her konuda (doğrularla beraber olunuz.) Veyahut tevbelerinde ve bağlılıklarında onlarla birlikte olunuz. Bu takdirde amaç, şu üç kişi ve benzer durumda olanlardır.»


** Bütün bunlara ek olarak bir de Şiî (Ca'ferî) Mezhebi'ne mensup ulemâdan Ayetullah Nasır Mukârim Şirâzî başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanmış bulunan Tefsîr-i Numûne adlı eserden söz konusu iki âyet-i kerîmenin yorumu aşağıda sunulmuştur.
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«Ey iman edenler! ALLAH'dan sakınınız ve O'na (yakınlık kazanabilmek için) vesîle arayınız.»
«Ey iman edenler! Sakınmayı kendinize huy (kural, alışkanlık)edininiz ve ALLAH'a yaklaşabilmek için kendinize bir vesîle seçiniz.»
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması:
«Ey iman edenler! ALLAH'dan sakınınız ve sadıklarla beraber olunuz.»
«Ey iman edenler! ALLAH'ın emrine (muhâlefet etmekten) sakınınız ve sadıklarla beraber olunuz.»


*** İşte Nakşibendîlerin, tezlerini kanıtlamak için ileri sürdükleri iki âyet-i kerîmenin gerçek ve özlü açıklamaları bunlardır. Bu açıklamalar,dünyadaki Müslüman çoğunluğun güvendiği ve saygı duyduğu, aynı zamanda ilim adamlarının başvurduğu tefsirlerin başında gelen ve yukarıda adları geçen kaynaklardan aktarılmıştır.
Ancak ne hayret verici bir husustur ki, kitap ve sünnet çizgisinden sapmış olan Şiîler ve Mu'tezilîler bile (yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere) bu iki âyet-i kerîmeyi tefsir ederlerken kişisel yorumlarını ortaya koymaktan âdetâ dikkatli bir şekilde sakınmışlardır. Buna karşın, Sünnilikte kimseye sıra vermeyen tarîkatçılar ALLAH'ın yüce kelâmına istedikleri her anlamı yakıştırmaktan çekinmemiş, üstelik bu yorumlarını günümüzde bir kitap haline getirmek suretiyle de cür'et ve pervâsızlıklarını sergilemişlerdir.

Görüldüğü üzere yukarıdaki tefsirlerin hiç birinde ne kelime olarak, ne de kavram olarak «râbıta» denen bir şeyden söz edilmemektedir. Özellikle burada şu noktayı hatırlatmakta yarar vardır ki Kurân-ı Kerîm'in bütün âyetleri birer nedene bağlı olarak inmişlerdir. Bunlardan bazen birkaçının iniş nedeni aynıdır. Bu nedenlere İslâm'ın akademi dilinde «Esbâb-ı nüzûl» denir ve bu konu o kadar önemlidir ki Kur'ân ilimleri arasında bir bilim dalı olmuştur. Bu branş, âyetlerin iniş nedenlerini incelemekte, bir, ya da birkaç âyetin birden inmesine sebep oluşturan hadiseleri açıklamakta, bazen ilgili yer ve kişiler hakkında da bilgi vermektedir.
Daha ziyade hadisten desteğini alan bu ilim dalında örneğin, Eb’ul-Hasan Ali b. Ahmed el-Vâhidî, ve Celaluddîn Abdurrahman es-Suyûtıy gibi İslâm âlimleri değerli eserler vermişlerdir. İşte yukarıda sözü edilen iki âyet-i kerîmeyi bu açıdan da ele aldığımız zaman görmüş oluruz ki her birinin belli bir iniş nedeni vardır . Bu nedenlerin ise râbıta diye bir şeyi çağrıştıracak hiç bir yanı yoktur.

Evet Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesi de -kaynaklara bakılacak olursa - ondan önceki iki âyet ve sonraki iki âyetle birlikte beş âyet olarak aynı olay hakkında birbirlerini tamamlayıcı şekilde inmişlerdir.


Rivâyet edildiğine göre Ukl ve Urayna Kabîleleri'nden bir topluluk Medîne'ye gelerek Hz. Peygamber(s.a.v.)'i ziyaret etmiş ve Müslüman olmuşlardı. Çölün mahrumiyetinden şikâyette bulunan bu adamlara ALLAH'ın Elçisi ilgi göstermiş, hem İslâm'a ısınmaları, hem de dinlenmeleri için onları Medîne dışında havadar bir yerde ağırlamak istemişti. Ne var ki bu vahşi çöl adamları konuklandıkları bu mevkide bir süre kalıp rahatladıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından onlara, sütünden yararlanmaları için tahsis edilmiş olan deve sürüsünün çobanını öldürmüş, develeri de alıp kaçmışlardı.

İşte Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesi, yakalanan bu canilere uygulanacak cezayı bildirmek üzere inerken, bu münasebetle savaşlarda düşmana karşı nasıl davranılacağı ve ALLAH'ın hoşnutluğunun (başta cihad olmak üzere) çeşitli hayırlı amellerle nasıl kazanılacağı hakkında 34. 36. ve 37'nci âyet-i kerîmeler de (belki bu ilgiyle ve) bir çeşit tamamlayıcı bilgi olarak inmişlerdir.
Hiç kuşku yok ki Kurân-ı Kerîm, tüm beşeriyet âlemine çağlar üstü bir ilâhî mesaj olarak gönderildiği için âyet-i kerîmeler (gerek iniş sebeplerine göre, gerekse taşıdıkları çok yönlü mânâ ve hikmetlere göre) her devirde insanlara, özel ve genel hayatlarında ışık tutacak ve yollarını aydınlatacaktır.
Şu var ki bazı âyetler çok genel anlamlar taşımaktadır. Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesi gibi. Burada ALLAH Teâlâ'nın bizden istediği şey: O'na yakınlık kazanmak için her yararlı işe sarılmak ve bütün hayırlı yolları denemektir. Çünkü bu âyet-i kerîmedeki «vesîle» araç demektir. Öyle ise Rabb'imizin yakınlığını ve hoşnutluğunu bizim için sağlayacak olan her şey, bu âyet-i kerîmenin kapsamı içine girmektedir.
Şu halde âyet-i kerîmedeki bu sınırsızlığı inkâr edercesine onu sırf râbıta için bir kanıt olarak ileri sürmek; ya da genelliğini kabul etmekle beraber hiç bir alâka yokken onu râbıta ile iliştirmek ve hele bütün bunların ötesinde, (kaynağını Budizm'den aldığı ve İslâm'a zaman içinde yamandığı bütün çıplaklığıyla ortada bulunan, üstelik bir Hind meditasyonundan asla başka şey olmayan) râbıtayı meşrulaştırmak için bu âyet-i kerîmeyi alet etmek, iki ihtimali ortaya getirmektedir:

Birinci ihtimal : İslâm'ı çarpıtmak ve onu içeriden çökertmek için amaçlı düşmanlıktır ki bu ihtimali râbıta yapanlar ve yaptıranlar için düşünmek (ileride ayrıntılarıyla açıklanacağı üzere) mümkün değildir.

İkinci ihtimal : Bilgisizlik, ya da bilgi yetersizliğidir; Buna bağlı şartlanmışlık altında gösterilen direniş ve inattır. Yani bu iş, esasen akıllı bir düşmanın marifeti olmasa gerektir.

[Resim: cecen12hl6.jpg]
sadıklarla birlikteyken

Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmesine gelince, bu da yine tefsir âlimlerinin tesbitine göre Hz. Peygamber (s.a.v.)'in H. 8/M. 630 yılında tertip buyurduğu Tebuk Seferi'ne katılmaktan bilinçli olarak geri kalan Şair Kâab b. Mâlik, Hilâl b. Umeyye ve Mirâra b. Rabi' adlarındaki üç zat hakkında inmiştir ki zaten bundan önceki âyette (yani Tevbe Sûresi'nin 118'inci âyet-i kerîmesinde) adları açıklanmamış olsa bile bu asker kaçaklarının üç kişi oldukları ifade edilmektedir.
Dolayısıyla âyetin iniş sebebi berrak bir şekilde ortadadır. Şimdi, bu âyet-i kerîmeyi başka yönlere çekenlerin iman, akıl, bilgi ve ahlâk bakımından hangi derekelerde bulunduklarını bir kez daha teşhis edebilmek için onu, önceki iki âyetle birlikte tekrar incelemeye çalışalım. Evet ALLAH Teâlâ, Tevbe Sûresi'nin,117. 118 ve 119'uncu âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyurmaktadır:

Tevbe 117: «Gerçek şu ki ALLAH, Peygamber (s.a.v.)'i ve O'na o zor saatte uyan muhacirleri ve ensârı bağışladı. İçlerinden bazılarının kalpleri kaymaya yüz tutmuşken yine de onların tevbesini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı şefkatli ve esirgeyicidir.
Tevbe 118: «Keza seferden kendilerini geri bırakan o üç kişinin de tevbesini kabul etti. Dünya bütün genişliğine rağmen onların başına daralmıştı. Canları sıkıldıkça sıkılmış, ancak ALLAH'a sığınmaktan başka çareleri olmadığını anlamışlardı. (Nihâyet) tevbe etsinler diye ALLAH onların tevbesini kabul buyurdu . Çünkü elbette tevbeyi kabul eden ve elbette ki esirgeyen ALLAH'dır.»
Tevbe 119: «Ey iman edenler! ALLAH'ın emir ve yasaklarına titizlikle uyun ve doğrularla beraber olun.»

Görüldüğü üzere son âyet, öncekileri âdetâ tamamlayıcı bir anlam sergilemekte ve çok genel bir mesaj vermektedir. Dolayısıyla bu olayın gerek o günün şartlarında uyandırdığı izlenimler ve sebep olduğu olumsuzluklar, gerekse dünya durdukça meydana gelecek benzerlerinin neden olabileceği sonuçlar bakımından bu âyette bizlere yöneltilmiş o kadar büyük bir uyarı vardır ki bu noktayı bilinçli olarak göz ardı edip onu Hind kaynaklı bir meditasyon uygulamasına kanıt göstermek, ALLAH'ın yüce kitabını alaya almaktan başka bir şey değildir!
Bu ise ister bilgisizlik, isterse bir hamâkat eseri olsun, bir yanlışlık ya da mazeret olmaktan uzaktır.
Başta Halid Bağdâdî olmak üzere bu şahıslar, meşruluğunun da ötesinde onun kaçınılmaz gerekliliğini, hatta râbıtanın, kaynağını Kurân-ı Kerîm'den ve Rasulullah (s.a.v.)'ın sünnetinden aldığını kanıtlamak için olağanüstü çaba sarf etmişlerdir. Râbıtaya bazı izahlarla belli bir boyut kazandıranlar, yakın tarihte yaşamış olan Nakşibendî şeyhleridir.
Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır.(Şehid İnşaAllah Malcolm x-Malik El Şahbaz)

Sizi rahatsız etmeye geldim!
Bunu ilk beğenen sen ol.
General
RE: Tasavvufta Rabıta Şirki
2. Bölüm-

Rabıta tanımlarından başlıcaları şunlardır :
Halid Bağdâdî'ye mal edilen açıklamada şöyle denilmektedir:
«Tarîkatta râbıta: Mürîdin, ALLAH'da fânî (Fânî olmak: Bir tasavvuf terimidir. Sûfîler arasında genel olarak «ALLAH'da fânî olmak» ya da «fenâfillâh» şeklinde de ifade edilmektedir) olmuş bulunan şeyhinin şeklini hayâlinde sürekli canlandırmasıyla onun rûhâniyetinden yardım istemesi (Tarîkatların hemen tamamında ve özellikle Nakşibendî Tarîkatında çok önemli bir inanış şekli olan «Rûhâniyetten istimdâd» ya da günümüzün Türkçe’siyle (Evliyaların ruhundan yardım dilemek), kaynağını Animizm'den alır. «Animizm, ataların ruhlarına tapma esasına dayanan politeist bir inançtır.») demektir. Bu da mürîdin edeplenmesi (saygılı olmaya alışması) ve tıpkı şeyhinin yanında bulunuyormuş gibi gıyabında da ondan feyiz alabilmesi için lüzumludur. Çünkü mürîd, şeyhinin şeklini hayâlinde canlandırmakla ancak huzur bulur, nurlanır ve bu sayede çirkin davranışlarda bulunmaktan sakınır.
( Halid Bağdâdî, Risaletun fi Tahkıyk’ır-Râbita (Raşahât'ın kenarı, s. 221-232) ) »

Kişi doğrudan doğruya ALLAH'ı düşünür, bir nevi ALLAH ile manevi bir bağ kurar ve hep O'nunla beraber olduğunu tasavvur eder. Bu şekilde manevi bir bağ kuramazsa, bağlı bulunduğu mürşidini düşünür. Onun bağlı bulunduğu şeyhlerin silsilesi ile Hz. Muhammed (s.a.s)'e ulaşır. O'nun vasıtası ile de ALLAH'a ulaşır ve O'nunla manevi bağ kurar. Tasavvuftaki rabıta, bu şekilde dolaylı yoldan ALLAH'a gitmek ve aracılar vasıtasıyla O'nunla manevi bağ kurmaktır. Doğrudan ALLAH ile manevi irtibat kuramayanlara bu şekildeki rabıta tavsiye edilmiştir. Aksi hallerde buna lüzum görülmemiştir.
(M.Halid, Rabıta hakkında risâle,İstanbul 1924,s.238; Selçuk Eraydın, tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1990,s.447)



Rabıta bir müridin, mürşid-i kamilinin ruhaniyetiyle beraber, suretini kalp gözünen önüne getirerek hayal etmesi ve kalbiyle ondan yardım istemesinden ibarettir.
(Ruhu'l Furkan, c.II, s.64)


Muhammed Halid Hazretleri, Risale-i Halidiye’sinde şöyle buyuruyor:

Rabıtanın en üstün derecesi, iki gözün arasında olan hayal hazinesi ile mürşidin ruhaniyetinin yüzüne hatta iki gözünün arasına bakmaktır. Zira orası feyiz kaynağıdır. Ondan sonra mürşide karşı kendini alçaltarak, son derece tevazu ile yalvarmak ve onu Mevlâ ile kendi arana vesile kılmak üzere, mürşidin ruhaniyetinin hayal hazinesine girip oradan kalbine ve derinliklerine yavaş yavaş indiğini düşünüp, senin de peşinden yavaş yavaş oraya aktığını ve indiğini hayal ederek, şeyhini, kendi nefsinden geçinceye kadar hayal gözünden kaybetmemektir.
(Ruhu'l-Furkân cII,s 79)

Bunu da şu söze dayandırmaktadırlar :
“Hz Ebubekr radıyALLAHu anh kaza-i hacet (tuvalet) için Efendimiz sallALLAHu aleyhi ve sellemden hali bir yer bulamadığından, bu durumu Efendimiz’e şikayet etti. Efendimiz de ona ruhsat verdi” yani Hz. Ebubekir tuvalette, ihtiyacını karşılarken bile Muhammed sallALLAHu aleyhi ve sellemi hayal ediyordu.

Tabi bu durum ne derece delilleri olur ayrı bir konu çünkü çok sevdiği kişinin hayali insanın gözünün önünden gitmez. Şair, sevgilisi için “Gündüz hayalimde, gece düşümde” diyor. Bu gayet normaldir.
Hz. Ebubekir, hz Muhammed sallALLAHu aleyhi ve sellemi çok sevdiği için tuvalette bile aklından çıkaramadığını ifade etmektedir. Tarif edilen rabıtayla bunun bir ilgisi yoktur . Sebebi ise Rabıta sırasında şeyhin ruhaniyetinin müridin yanına geldiğini iddia etmektedirler. Şeyhin ruhaniyeti müridin yanına nereden geliyor ki mürit ondan yardım istesin?
Hz. Ebubekir (r.a.) efendimiz , tuvalette iken bile Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizi ister istemez aklına hayaline geldiğini , bunda da bir sorumluluk olup olmadığını sorduğunda Rasulullah (s.a.v) efendimiz bunun fıtri bir şey olduğunu , önüne geçilemeyeceğini , bir vebali olmadığını bildirmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus ise Rasulullah (s.a.v) ben de senin tuvalette beni hayal ettiğini , düşündüğünü biliyorum , sana yardım ediyorum , nerede ne yaptığından haberdarım dememiştir !
Kişinin annesini , babasını, evladını , öğrencisini, şeyhini, işini vs düşünmesi hatırlamaktır . Rabıta değil. Çünkü rabıta da karşılıklı düşünme ve haberdar olma yardımlaşma ve ne yaptığından haberdar olmak anlatılmaktadır !

İşte bu tür sapkın anlayışlarda şeyhinin kendini her halde iken gördüğünü sanan cahil softalar tuvalet ve banyoya bile günlerce girememektedirler . ALLAH c.c. akıl fikir ve sahih bir itikat versin.

Rabıta sırasında şeyhin ruhaniyetinin müridin yanına geldiğini iddia etmektedirler. Buna delil olarak ta şu ayetin tefsirini yaparak verirler:
"(Yusuf aleyhisselam kasıtsız olarak, elinden gelmeyerek) ona (Züleyha'ya) meyletti. Rabbisinin burhanını (delilini) görmeseydi, (o meyline göre hareket edebilirdi). (Yusuf 24)
Yakup aleyhisselamın ruhaniyyetinin, şaşkınlığından parmaklarını ısırmış olduğu halde Yusuf aleyhisselama gözükerek “O kadından sakın.” dediğini açıklamıştır . Bunu da kendi kitaplarına Müfessir Zemahşeri böyle açıkladı diyerek kitaplarına koymaktadırlar.
(Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 65,66.)


Halbu ki Zemahşeri böyle diyenler var diyerek onları eleştirmek için yazmıştır. Çünkü Zemahşerinin konuyla ilgili ayetin tefsirinde aynen şu ifadeler bulunmaktadır :
“Bu ve bunun gibi şeyler hurafeci zorbaların tutundukları şeylerdir. ALLAH Teâlâ’ya ve peygamberlerine iftira bunların dini olmuştur...”
(Mahmut b. Ömer ez-Zemâhşerî, el-Keşşâf, c. I, s. 467, el-Matbaat'üş-şarkiyye.)

Biraz düşünülse bunun Yusuf Suresindeki başka âyetlere de aykırı olduğu görülür. Bir âyette şöyle buyuruluyor:
“(Yakup) Onlardan yüz çevirdi Vah Yusuf’um vah!” dedi. Üzüntüden iki gözüne de ak düştü. Kederi içine gömülüydü.“ (Yusuf 84)

Bu olay, Hz. Yusuf’un, Mısır’a gelen kardeşlerinden Bunyamin’i, hırsızlık bahanesiyle alıkoymasından sonra olmuştu. Eğer Bunyamin'i Hz. Yusuf'un alıkoyduğunu bilseydi Hz. Yakub, böyle üzülür müydü?
Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır.(Şehid İnşaAllah Malcolm x-Malik El Şahbaz)

Sizi rahatsız etmeye geldim!
Bunu ilk beğenen sen ol.
General
RE: Tasavvufta Rabıta Şirki
3. Bölüm-

Kusheyrî ve Gazalî gibi iyi eğitim görmüş nadir şahsiyetler istisna edilecek olursa esasen bütün tasavvufçuların anlatım ve açıklama tarzları perişan, rasgele ve dağınıktır. Bu durum elbette ki Nakşibendîler için de aynen söz konusudur. Genellikle bütün yazıp çizdiklerinde ve özellikle râbıtaya ilişkin olarak kaleme aldıkları mektup ve kitapçıklarda bir anlatım mantığına rastlamak mümkün değildir. Bu nedenle, yazılarında hiç bir metod ve disiplin yoktur.
Hiç kuşku yok ki anlatım mantığının temeli diyalektik kurallar üzerinde kuruludur. Çünkü kanıtlamak, ilim kaynaklarına akılcı yollardan başvurmak suretiyle gerçekleri belli bir açıklama düzeni ve mantık silsilesi içinde ortaya çıkarma sanatıdır. Bu sanatın icrasında eğer tez ile kanıt arasında hiç bir ilgi ortaya konamazsa, ya da bu iki şey arasında herhangi bir ilgi yokken bunun var olduğu yolunda kuru bir inat sergilenirse bunda artık bir anlatım mantığı aramak abes olur. Doğrusu böyle bir tutuma, müzmin bir megalomani tezahürü demek daha doğru olur.
Nitekim râbıta konusunda Nakşibendîlerin sergilediği inat aynen böyledir. İşte örnekleri:
Son dönem Nakşî şeyhlerinden İsmet Garibullah râbıtasız çalışan insanın deli olduğuna kesin şekilde hükmetmekte ve bu konuda aynen şunları söylemektedir:
«Bin yıl olsa ah vah sırr-u celî,
Hakka vasıl kimsenin olmaz dili ;
Manevi sohbetle vasıl her velî ;
Râbıtasız sa'yeden mutlak deli.» ( Risâle-i Kudsiyye s. 95)

Demek ki bir insan eğer gidip bir Nakşî şeyhine bağlanmamışsa ve tabiatıyla “mürşidsiz olduğu için“ böyle birinin şeklini de zihninde canlandırmaksızın çalışıyorsa (yani ibâdet ediyorsa!) o insan, İsmet Efendi'ye göre mutlak surette delidir! Bu konudaki kanıtı da aynen, kendisinden önceki şeyhlerin ileri sürdüğü gibi Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyetidir (!) ( Risâle-i Kudsiyye s. 92)

Bir başka örnek de Halid Bağdadî'ye mal edilen Risâle-i Hâlidiyye tercümesindeki şu ifadelerdir:
«Eğer denilirse ki râbıtaya delil-i sâbit var mıdır ? Biz deriz ki:
–Naam, (yani evet) kitab ve sünnet ve kıyas ile delil sabittir. Emma kitâb ile sübûtu, Hak Teâlâ'nın “ve'bteğû ileyhi'l-vesîlete" kavl-i şerifidir.»(maide35)
( Risâle-i Hâlidiyye tercümesi S. 11)

Ne ilginçtir ki Nakşibendîler bu kitabın Halid Bağdâdî'ye ait olup olmadığını bile şimdiye kadar kanıtlayamamışlardır. Çünkü bu kitapçık onların iddiasına göre Bağdâdî tarafından yazılmış olan Arapça bir metnin tercümesidir. Bu metnin nerede olduğu hakkında ise hiçbir şey söylememektedirler. Hal böyle iken râbıtanın, sözde ALLAH'ın kitabında ve Rasulullah (s)'ın sünnetinde sabit delilleri bulunduğunu bu kitapçığa dayanarak söylemektedirler!

ALLAH'ın kitabından, davâlarına kesin birer delil olarak ileri sürdükleri Tevbe Sûresi'nin 119'uncu ve Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmelerinden râbıta diye bir anlam çıkarmak, Nakşibendîlikteki mantık iflasının sadece bir tek kanıtı değil, görüldüğü üzere bu düşünceyle sergiledikleri anlatım üslûbu da onların ilim divanında ne duruma düştüklerini açıkça ortaya koymaktadır.
Bir tarîkat şeyhine bağlanmayı, ondan sonra da belli bir şekilde hareketsiz oturup o insanı zihinde canlandırmayı ve onun (her ne demekse) rûhâniyetinden medet ummayı bu iki âyet-i kerîme ile açıklamaya çalışmak acaba hangi ilgiyle mümkün olabilmektedir?



Râbıtanın Tarihi ve Kaydettiği Aşamalar

Râbıta ne kadar bir geçmişe sahiptir, ya da bugünkü anlamda ilk kez ne zaman söz konusu edilmiştir? Bu inanış tarzı kim ya da kimler tarafından Nakşibendî doktrinine yerleştirilmiştir?
Aslında bu ve benzeri soruların cevabını Nakşibendî Tarîkatı'nın, kaydettiği evrimin akışı içinde aramak lazımdır. Çünkü bizzat bu tarîkatın ruhanileri ve ileri gelenleri tarafından bu konuda söylenmiş olan sözlere bakılacak olursa Tarîkat, tarih boyunca aşamalarla çeşitli adlar almış ve içinde faaliyet gösterdiği muhitlerin gelenek ve anlayışlarıyla yeni yeni içerikler kazanmıştır.
Müteveffa eski Ağrı Milletvekili ve «Doğu»'nun ünlü Nakşî şeyhlerinden Muhammed el-Küfrevî'nin torunu ve O'nun temsilcisi Kasım Kufralı (Küfrevî), 1949 yılında yazdığı «NAKŞİBENDÎLİĞİN KURULUŞ VE YAYILIŞI» adlı eserin önsözünde aynen şunları söylemektedir:
«İlk şeyhlerinin Türkistan ve Maverâünnehrli olmaları dolayısıyla Nakşibendîliğe bu muhitin anane ve âdetleri de girmişti. Tesirleri türlü şekillerde tezahür eden bu gelenekler dolayısıyla Nakşibendîliğin Türk fikriyâtı bakımından da tetkiki gerekiyordu.»
Nitekim Kasım Kufralı bunları tetkik etmiş, (incelemiş) ve birçoğunu ortaya çıkarmıştır; ki bunların en önemlisi Nakşibendî Tarîkatı'nın hangi tarihlerde kurulduğu konusudur. Çünkü Nakşibendîler, «Silsile-i Sâdât» diye adlandırıp, birbirine bağladıkları birkaç düzine insandan oluşan hayâlî bir tarîkat zinciri aracılığıyla bu teşkilatı her ne kadar Hz.Ebubekr'e kadar bağlıyorlarsa da Kufralı bunu âdetâ yalanlarcasına (yine bu kitabının önsözünde) şunları kaydetmektedir:
«Mevcut eserlere dayanılarak Nakşibendîliğin teessüs tarihi Gazneliler zamanına kadar çıkarıldığı için, tarîkatın bu hanedân zamanından itibaren hakiki hüviyetini ihraz etmeye başladığı, Hâce (Bu kelime Farsça’dır. Efendi, reis, öğretmen, başkan ve önder gib)Yusuf el-Hemedânî devrine kadar geçirdiği istihâle tetkike mebde' ittihaz edilmiştir.»
Nakşibendîliğin âdetâ cenneti haline getirilmiş bulunan Türkiye'de «bu tarîkatın bağlıları, neden son zamanlarda râbıta üzerinde titizlikle durmaya başladılar?» sorusuna gerçek anlamda bir cevap bulabilmek için bu tarîkatın tarihini irdelemekle ancak mümkün olabilecektir. Her ne kadar Nakşibendîliğin tarihi amaç değilse de konunun ana çekirdeğini oluşturan râbıta hakkındaki ayrıntıların su yüzüne çıkarılabilmesi açısından bu mistik akımın geçmişini biraz eşelemek burada az çok önem taşımaktadır.
Nakşibendîliğin, genelde Türklere mahsus bir İslâm modeli olduğunu söylemek yanlış olmaz. (Sırf Kurân-ı Kerîm'e ve Rasulullah (s.a.v.)'ın Sünnetine bağlı Müslüman azınlığın dışında kalan) Anadolu’daki hemen bütün Türkler, bilerek veya bilmeyerek İslâm’ı bu model içinde benimsemişlerdir. Hatta ve hatta Türkiye'deki «dindar» Kürtler’in, Melez Arapların ve diğer Müslümansı azınlıkların da İslâmî anlayışı, egemen kitle olan Heterodoks Sünni Türklerin etkisi altında Nakşibendîleşmiştir.
Bu bakımdan kurallarıyla, âyinleriyle ve dış dekoruyla topluma aşıladığı zihniyet ve ona verdiği yön bakımından, Nakşibendîliğin serüvenini araştırarak râbıtanın tarihi hakkında tesbitler yapmak daha doğru olur. Bu tarîkatın gerçek anlamda Türklerin milli dini olduğunu en çarpıcı şekilde kanıtlayan aşağıdaki sözlerin bizzat Şah-ı Nakşibend tarafından söylendiği Nakşibendîliğin en güvenilir bir kaynağında yer almaktadır.
«Ol hâbı ana dedim. Buyurdular ki: " Ey oğul ! Sana meşayih-i Türkden nasib erişse gerektir.»(Nefehât Terc.)

Nakşibend'in, gördüğü bir rüyayı büyükannesine anlattığı zaman O'nun, bu düşü nasıl yorumladığını anlatan yukarıdaki sözler bugünkü Türkçe ile şöyledir: «O rüyayı ona söyledim. Buyurdular ki: " –Ey oğul! sana Türk şeyhlerinden bir pay ulaşsa gerektir. » Yani Türk şeyhleri seni eğitecek ve sana yön vereceklerdir.
Bu iki cümleden bile çok rahatça anlaşılmaktadır ki: Türklük ideali, Nakşibend'in doğduğu ta Miladî 1318 yıllarından itibaren İslâm'ı sırf bu millete mahsus bir din kalıbına dökmek için Nakşibendî Tarîkatı'na çok önemli bir rol yüklemeye başlamıştır. Bu ipucundan hareketle iz sürülürse çok net bir şekilde görülecektir ki doğrudan doğruya İslâm'ı Kur'ân'dan anlamak ve O'nu, orijinal nitelikleriyle alıp hayata geçirmek, daha o zaman Türkün milli idealine sığmamıştır. Çünkü tarîkat kapısından girerek İslâm'la tanışan Türk insanı, genellikle «Ben önce Türküm, ondan sonra Müslümanım» diye düşünmüştür. Bu özellik aynı zamanda İranlılar için de söz konusudur. Nitekim, İranlılar için Şiîlik, nasıl ki bir İslâm modeli haline gelmişse Türkler için de Nakşibendîlik bir İslâm modeli haline gelmiştir.
Bu nedenle, İranlı Şiî’nin vicdanında «Âyetullah» denen kutsal kişiliğin yeri ise Nakşibendî Türkün vicdânında da «Efendi Hazretleri»'nin yeri odur. Arı İslâm'ın eski Türkler arasında salt bir Arap dini olarak algılanmış olması gibi çok güçlü bir ihtimalin varlığını eğer düşünecek olursak, elbette ki dil ve kültür farklılıklarından kaynaklanan bir takım sorunların, İslâm'ın Nakşibendîleştirilmesinde büyük etken oluşturduğuna da inanmamız gerekir.

Dolayısıyla «Alternatif bir İslâm şekli»'nin elde edilebilmesi için elbette ki çeşitli malzemelere gereksinim vardı. Nitekim eski Türk rûhânîlerinin yaptığı iş, bu malzemeleri bulmak olmuştur. İşte bunlardan biri de «râbıta»'dır.
Şunu da bilmeliyiz ki, tasavvuf diye anlatılan şey; bir hal, İslam’ın daha dikkatli ve hassas yaşanma biçimi; zikir, zühd, ibadet ve tefekkür olarak Hz. Peygamber’den beri var olan bir yaşama biçimi {olmalıdır. İbadeti yalnız ALLAH'a has kılmak ise} İslam’ın ta kendisidir. Tarikatlar ise –Kitap ve sünnet çizgisinde kaldıkları sürece- tasavvufun mektepleri ve mezhepleridirler. Ancak rabıta tasavvufun şartlarından değildir ve tasavvufun ehli sünnet çizgisinde yaşandığı ilk yüzyıllarında da onda bu anlamda bir rabıta hiç olmamıştır. Sevginin, bağlılığın, kardeşliğin, ittibaın rabıta diye anlatılması da elbette isabetli olmaz.
Dolayısıyla rabıtayı kabul edip etmemekle, tasavvufu kabul edip etmemek farklı şeylerdir.
Bazı tarikatlerdeki güzel sanılan insanların hatırı için rabıtayı da onların anladığı gibi kabul etmek isterdik. Ancak İslamın ve hakikatın hatırı daha büyüktür ve buna karşı saygısızlığı hiç göze alamayız, bu sebeple de dini bir delile dayanmayan bir uygulamayı red ederiz !
Bu noktada şunu da zikretmeliyiz ki, tasavvuf bu günkü hali itibariyle bir Rabbani alimlere muhtaçtır. Nasıl onlar zamanında tarikatlar İslam’dan çok uzaklaşmışlardı ve o bu konuda bir tecdid gerçekleştirip, onları tekrar Sünni ve Kurânî çizgiye oturttu ise, bu gün de bunu yapacak birisine şiddetle ihtiyaç vardır. Çünkü çoğu tarikatlar bu gün ya cehalet ve sapmaların, ya da sahtekarlık, derin ilişkiler ve düzenbazlığın hakim olduğu karanlık odaklardır. Ancak tecdid, teceddüt ve yeniden Kurânî çizgiye gelme ihtiyacının umumi olduğunu ifade ediyoruz .
Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır.(Şehid İnşaAllah Malcolm x-Malik El Şahbaz)

Sizi rahatsız etmeye geldim!
Bunu ilk beğenen sen ol.
General
RE: Tasavvufta Rabıta Şirki
Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır.(Şehid İnşaAllah Malcolm x-Malik El Şahbaz)

Sizi rahatsız etmeye geldim!
Bunu ilk beğenen sen ol.
General
RE: Tasavvufta Rabıta Şirki
Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır.(Şehid İnşaAllah Malcolm x-Malik El Şahbaz)

Sizi rahatsız etmeye geldim!
Bunu ilk beğenen sen ol.
General
RE: Tasavvufta Rabıta Şirki
5.Bölüm-

KORKUT ÖZAL, UÇAK HAVADA SALLANINCA RABITA YAPMIŞ!

Uçakta rabıta yapmış
Nakşibendi tarikatı şeyhi Mehmet Zahit Kotku ile ABD seyahati dönüşü uçakta çok sallanınca rabıta yaptığını anlatan Korkut Özal, ‘Bu bir manevi bağdır’ dedi. Özal, Kotku ile talebelik ilişkisi kuranların böyle hatıraları olduğunu söyledi.


Emekli Mimar Prof. İsmail Tuncay Uslu’nun rüyasında gördüğü Nakşibendi tarikatı şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun emirlerini Başbakan Tayyip Erdoğan’a göndermesiyle patlak veren tartışma sürerken, Korkut Özal da, bir Amerika seyahati dönüşü uçakta, Kotku ile rabıta (TDK sözlüğüne göre ‘Tarikatlarda müridin şeyhi aracılığıyla kalbini Allah’a bağlaması’ geliyor.) yaptığını anlattı.

Korkut Özal, geçen pazar Fenerbahçe Camii’nde kıldığı sabah namazının ardından, aralarında Kadıköy Müftüsü’nün de bulunduğu cemaatle paylaştığı Şeyh Zahit Kotku ile ilgili anısını Hürriyet’e şöyle anlattı:

‘Amerika’dan gelirken teyyarede bana gelen bir durum oldu. Teyyare çok fazla sallandı. Rahmetli Mehmet Zahit Efendi bizim şeyhimizdir. Teyyare sallanınca, ona bir rabıta yaptım. Bu bir nevi manevi bağdır yani. Seyahatten döndükten iki gün sonraydı. Hocaefendinin Ankara’da olduğunu ve bir yerde yemek yediğini söylediler, oraya gittik. Salona girdiğimizde, koltukta oturuyordu Hocaefendi. Yanına gittim, eğildim elini öptüm. Eğildi, kulağıma, ‘Ne o, teyyare çok mu salladı?’ dedi. Böyle çok hatıram var. Hocaefendiyle, talebelik münasebetleri olanların bu gibi hatıraları var. Fenerbahçe Camii’nde anlattığım olay budur.’

Tarikatın en önemli kollarından İskender Paşa Cemaati’nin şeyhliğini yapan Mehmet Zahit Kotku’nun müritleri arasında Necmettin Erbakan ve Turgut Özal gibi isimler bulunuyor. Başbakan Erdoğan’ın da yakın olduğu İskender Paşa Cemaati, Kotku’nun ölümünden sonra yerine geçen damadı Esat Coşan döneminde Erbakan ve Milli Görüş’le yollarını ayırmıştı.
13 Kasım 1980’de ölen Kotku, Süleymaniye Camii avlusuna, Kenan Evren’in izniyle defnedilmişti.

ERDOĞAN’A: ÇANKAYA’YA ÇIKMA

Başbakan Erdoğan’la yakın dostluğu olduğunu, zaman zaman kamuoyu aracılığıyla görüşlerini dile getirdiğini, kendisine sorulduğunda Başbakan’a fikrini söylediğini belirten Korkut Özal, ağabeyi 7. Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’ı örnek göstererek, ‘Çankaya için erken!’ uyarısında bulundu. Kimin cumhurbaşkanı olacağını tartışmanın çok erken olduğunu, seçimin Mayıs 2007’de olacağını fakat hangi parlamentonun yapacağı konusunun henüz belli olmadığını savunan Özal, şunları söyledi:

‘Bana sorsa Tayyip Bey’e şunu söylerim: ‘Sen tekrar başbakan olarak Türkiye’ye hizmet etmeyi, oraya gitmeye tercih et.’ Örneği var. Benim ağabeyim aynı şeyi yaptı. Başbakanlıktan Cumhurbaşkanı oldu. Onun deneyimleri bana, öyle bir gidişin, zamansız olursa, faydadan çok zararı olacağını söylüyor. Ağabeyim Çankaya’da çok sıkıntılı günler geçirdi. Orası dışarıdan göründüğü gibi değil.’

53 yıllık evlilik

İLGİNÇ açıklamalarla dikkat çeken Korkut Özal, evliliklerinde 53 yılı geride bıraktığı eşi Müjgan Özal’ı katıldığı toplantılarda yanından ayırmıyor. Özal çifti, 1986’da kurdukları Abdurrahman Korkut Özal Vakfı (AKÖZ) aracılığıyla yoksul öğrencilere burs verip, okul ve cami yapımında bağışta bulunuyor.

Bu inanç,yani uçağı birinin uzaktan kurtarması falan ancak şirktir,buna inanan da müşriktir.
Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır.(Şehid İnşaAllah Malcolm x-Malik El Şahbaz)

Sizi rahatsız etmeye geldim!
Bunu ilk beğenen sen ol.
General
RE: Tasavvufta Rabıta Şirki
Kitabın adı : Ehli Sünnet Akaidi
Yazarı : Mehmet Zahit Kotku

Yayınevi : SEHA neşriyat
sayfa 4 Müellifin kısa terceme-i hâli ...(yazan Halil Necatioğlu)...............,.............. IX

İslam dışı (şirk) tesbit edilen iadeler :


Mehmed Zahid Efendi (R.A.) ilk mektebi Oruç Bey İbtidaisinde okudu, Maksem'deki İdadiye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebine girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere celb olundu. 14 Nisan 1332'de asker oldu, senelerce askerlik yaptı, çok tehlikeli günler geçirdi, hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye'den çekilmesinden sonra, binbir güçlükle İstanbul'a döndü.
.....
Ahlâk ve şemâli
Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına, tanımadığına selâm verir güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin manâlı gözleri vardı.
.......
İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en hücra; en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve manevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri derecatım ulya eyleyip biz aciz ü naçizleri de füyuzat ve şefaatından feyz-yâb u nasibdâr buyursun, âmin bi-hürmeti seyyidilmür-selin (s.a.s.) ve alihî ve sahbihî ve men tebiahum bi ihsanın ilâ yevmi'd-din ve'l-hamdû lillâhi rabbi'l-âlemîn.

AÇIKLAMA :

Yunus 22 : Sizi karada yürüten ve denizde yüzdüren Allah'tır. Bir gemide olduğunuzu, hoş bir meltemin yolcuları götürdüğünü ve herkesin bunun hazzını yaşadığını düşününüz. Tam o sırada geminin bir kasırga ile karşılaştığını yolcuların her taraftan dalgalarla sarıldıklarını ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları zaman, sırf Allah'ın dinine inanan samimi bir bağlılıkla O'na şöyle yalvarırlar; «Eğer bizi bu tehlikeden kurtarırsan kesinlikle şükredenlerden olacağız.»

23 : Fakat Allah kendilerini bu zor durumdan kurtarır kurtarmaz hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara dalarlar. Ey insanlar, yapacağınız taşkınlıklar aslında kendi aleyhinizedir, bu yolla geçici dünyanın yararını elde edersiniz, ancak sonra bize dönersiniz, biz de yaptıklarınızı size bir bir haber veririz.»


Ayette de gördüğümüz gibi Müşriklerin dahi bir tehlike anında Dini Allaha halis kılarak samimi , içten şekilde bütün aracıları yok ederek Allaha yalvarıp dua ettiklerini bildirmektedir. Allah c.c. ise bu şekilde aracısız Rabbe istiğase edilmesini doğru bulmaktadır . Fakat sonraki ayette ise onların tehlikeden kurtulup sağ salim karaya çıkan , ölüm tehlikesini atlatan insanların tekrar müşrik inançlarına geri döndüklerini , şirk koşarak küfür işlediklerini bildirmektedir. Bunun ise sahiplerinin felaketi olduğunu bildirerek iman edenleri bu tür ikiyüzlü hareketlerden uzak olması gerektiğinin ikazını yapmaktadır.



Yukarıda ismi geçen şahıs ve kendisiyle inanç ikizindeki kimselerin , cahili anlayış müntesiplerinden bile betercesine , onlardan daha adice tehlike anında dahi dini Allaha halis kılmamakta , Şah damarıyla arasına aracılar sokma halet-i ruhiyeti içerisindedirler. Üstelik inançalarına göre bu aracıların ölü olması Aracılık vazifesinde daha etkili olmasına etkendir !

Bu tür sapkın ve cahiliyyeden daha beter akide anlayışlarından Allaha sığınırız.
Bu tür kimselere Rabbimizin buyruğu üzere : Ey insanlar, yapacağınız taşkınlıklar aslında kendi aleyhinizedir ikazımızı yapmaktayız.




***********************



Şimdi sadeleştirilmiş olarak Azim dağıtımın bastığı ve zaman gazetesinin verdiği HAK DİNİ KUR’AN DİLİ tefsirinden (Elmalılı) 2 cilt sayfa 11 den okuyalım . Ayet bakara 186 meali ve tefsirinden bir pasaj :

“ Ve kullarım, sana benden sordukları zaman şüphe yok ki, ben pek yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin davetine icabet ederim. Artık onlar da benim için icabet etsinler.Ve bana îman eylesinler.Ta ki doğruyu bulmuş olalar” Bakara 186

Bunların cevapları da üç şekilde gelmiştir: Çoğunda “kul” yerinde “fekul” buyurulmuştur ki , bu “fea” da cevabın çabukluğuna ve hemen tebliğine tenbih vardır.

Üçüncüsü de dua hakkında bu ayettir ki burada : “izaa sealeke ibeadii annii” “(Kullarım sana benden sordukları zaman…” ) ayetinde “kul” veya “fekul” diye açıkça söylenmeyerek cevabında doğrudan doğruya “feinnii kariibun” “(Ben yakınım)” buyurulmuş , vasıta kaldırılmış , yakınlık da duaya icabetle açıklanmıştır ki bunda büyük bir incelik vardır.

Cenab-ı Allah , duada kulu ile kendisi arasında bir vasıtanın girmesini istemiyor ve sanki diyor ki :
”Kulum , vasıtaya dua vaktinden başkasında muhtac olabilirse de , dua vaktinde benimle onun arasında vasıta yoktur.”
“Ben yakınım“ buyurulup “kullarım bana yakındır” buyurulmaması da gayet anlamlıdır.
Çünkü kul , varlığı mümkün olduğundan , kul olması yönüyle yokluğun merkezinde ve faniliğin en aşağı noktasındadır. Bunun Hak Teala’ya bizzat yaklaşması mümkün değildir.Bu bakımdan yakınlık kul tarafından değil , Allah tarafındandır.

Şimdi bu iki nükte düşünülürse , şu gerçeğe erilir ki dua eden kimsenin gönlü , Allah’tan başkasıyla meşgul olduğu müddetçe gerçekten dua etmiş olmaz. Allah’tan başka şeylerin hepsinden uzak olduğu vakit de Hakk’ın birliğinin marifetine dalar.
Bu makamda kaldıkça kendi hakkını düşünme ve insanlık nasibini talepten kaçınır , bütün vasıtalar kaldırılır ve o zaman Allah’ın yakınlığı hasıl olur. Çünkü kul ,kendi arzusuna yönelik olduğu sürece Allah’a yaklaşamaz, o arzu engelleyici bir vasıta olur.
Bu kaldırıldığı zaman ise “veuferi duemriii ileellahi innellahe beasıırun bil ibeadi“ “( Ben işimi Allah’a bırakıyorum . Şüphesiz ki Allah kullarını görür )” (Gafir- (mumin) 40/44) ayetindeki havale , tam bir samimiyetle ortaya çıkmış bulunur. Göz , Hakk’ın gözü olarak görür ; kulak , Hakk’ın kulağı olarak işitir ; kalb ,Hakk’ın aynası olarak bilir , duyar , ister. O zaman milyonlarca sebeblerin , asırlarca zamanların yapamadığı şeyler , Allah’ın dilemesi hükmüyle , “ol” demekle oluverir .
İşte dua , böyle bir yakınlık vasıtasıdır ve dolayısıyla ibadetlerin en üstünüdür. Nitekim Peygamber (s.a.v.)Efendimiz : “Edduaa u muhhul ibeadeh” “(Dua , ibadetlerin iliğidir (Tirmizi , Daavat, 1) )” buyurmuştur.
Diğer bir hadis-i şerifte ise : Edduaa u huvel ibeadeh” “(Dua ibadetten ibarettir(ibn Mace , Dua , 1 ; Tirmizi , Daavat ,1, Tefsiru Sureti , 2/16,40 ; Ahmed b. Hanbel , IV, 267,271,276 ) )” diyerek : Uduuniiii estecib lekum” “(Bana dua ediniz ki , size icabet edeyim.) ” (Ğafir, 40/60) ayetini okumuştur.




HADİSLE DELİL !

41 HUDUD (ŞER’Î CEZALAR) KİTABI

10. El Kesmekle İlgili Diğer Meseleler


30. Abdurrahman'ın babası Kasım'dan: Yemen ahalisinden eli ve ayağı kesik bir adam gelip Hz. Ebû Bekr'e misafir oldu ve Yemen valisinin kendisine zulmettiğinden şikâyet etti. Bu adam geceleyin namaz da kılıyordu. Hz. Ebû Bekir (bunu görünce):

«— Yemin ederim ki senin gecen, hırsızın gecesi gibi değil» [Çünkü hırsız ya sabahlara kadar uyuyarak gecesini geçirir, ya da hırsızlık yapmak için sağda solda dolaşır. İbadetle özellikle gece ibadetiyle hırsızlık bir arada bağdaşmaz] dedi. Sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın hanımı Umeys kızı Esma'nın gerdanlığını kaybettiler. Adam da onlarla beraber gerdanlığı
arı*yor ve:

«— Ey Allah'ım! Şu güzel hayırlı aileye geceleyin baskın yapıp gerdanlığı alanın durumunu sana havale ediyorum» diye beddua*da bulunuyordu. Daha sonra gerdanlığı bir kuyumcuda buldular. Kuyumcu gerdanlığı kendisine eli ayağı kesik adamın getirdiğini iddia etti. O da suçunu itiraf edince ya da onun çaldığına dair şahid bulununca, Hz. Ebû Bekir emir verdi, adamın sol eli de kesildi. Hz, Ebû Bekir:

«—- VAllahi bana göre adamın kendi aleyhine bedduada bulunması hırsızlığından daha kötü» dedi.

îmam Malik der ki: Bize göre, defalarca hırsızlık yapan kimse şikâyet edilip daha önce el kesme cezası verilmemişse, bütün hırsızlıkları için bir eli kesilir. Ancak daha önce hırsızlık suçundan eli kesilmiş olup da bu defa çaldığı malın miktarı yine el kesme cezasını gerektiriyorsa, öbür eli de kesilir.

[Şeybanî, 689.
Dört mezhep imamının ittifakıyla sabittirki, ilk defa hırsızlık yapan kim*senin sağ eli bilekten kesilir. Çünkü hırsızlık elle ve çoğu kez sağ elle yapı*lır. Sonra ikinci defa hırsızlık yaparsa sol ayağı kesilir. Peygamber efendi*miz (s.a.v.)'in emir ve fiili tatbikatı böyledir.
Aynı adam üçüncü defa hırsızlık yaparsa durum ne olacak? Konu mezhep imamları arasında ihtilaflıdır:
Hanefilere göre, üçüncü defa hırsızlık yapanın artık sol eli kesilmez. Kendisine çaldığı şey ödettirilir ve tevbe edinceye kadar hapis cezası verilir. Maliki ve Şafii mezhebine göre ise, üçüncü defa hırsızlık yapanın sol eli, dördüncü defa yapanın sağ ayağı kesilir. Beşinci defa hırsızlık yapana ise hapis ve daha başka ta'zir cezası verilir. Hanbeliler'den ise, biri Hanefi'ler, diğeri Şafii ve Malikilergibi olmak üzere iki türlü rivayet gelmiştir. (Cezîrî, el-Fıkh ale'I-Mezahibi'l-Erba'a, c. 5, s. 159-162).]

İMAM MALİK ; MUVATTA , 4.CİLT Sayfa 131
_________________________________________________

Yukarıdaki olayda gördüğümüz gibi Hz. Ebubekir (r.a.) bile! Yemen ahalisinden gelen adamın kalbinden geçeni bilemiyor ve onun hakkında
«— Yemin ederim ki senin gecen, hırsızın gecesi gibi değil» diyecek kadar da yanılabiliyor.
Hırsızın zahiri olarak hali üzere hükmedip yorum yapıyor. Hanımının çalınan gerdanlığını kuyumcularda aratıp , kuyumcunun hırsızı tarifi üzerine Hırsızı bulabiliyor.

Şimdi Tasavvufçuların şeyhlerinin nasıl sahabeleri , peygamberleri solladığını , gelenin kalbinden geçeni bilim soru soracak olanın daha soru sormadan cevabını verdiğini !! kendi kaynaklarından görelim .
Üstelik bunlar çalıntı malın yerini ve hırsızın kim olduğunu ; itiraf , görgü şahidi , ipucu gibi kanıtlara gerek duymadan haber verdiklerini bilmeyenimiz yoktur .

Şu yaşadığımız dönemde bizzat gördüklerimize ve tanıdıklarımıza gelince, bunların sayısı da oldukça çoktur. Evliyanın kerametleri konusunda şu kadarını bilmemiz gerekir ki, bu kerametler çoğu zaman kişinin ihtiyaçlarına uygun biçimde olur.
Örnek verirsek, bir insanın şayet imanı zayıfsa, böyle bir kişiye imanını artırıcı kerametler zuhur eder.
Allah'a çok yakın, derecesi çok yüksek bir veli bu gibi şeylerden uzaktır. Derece yükseltici kerametler böyleleri için değildir. Çünkü bunlar muhtaç değildir. Böyle büyüklerden bu nevi kerametler sadır olmaması, onların derecelerinin küçüklüğünü değil, aksine büyüklüğünü gösterir. Onun için, bu gibi kerametler, sahabide ve tabiinde daha çok görülmüştür.

Halkın ihtiyacı ve doğru yola gelmeleri için, kendilerinde harikulade haller tecelli edenlerin durumu başkadır. Öğretici ve tebliğ edici bir makamda olan zatların dereceleri çok yüksektir. Fakat, bir takım şeytani haller içinde harikalar gösterenler böyle değildir. Allah Rasulunün zamanında ortaya çıkan Abdullah bin Sayyad'ı, böylelerine örnek gösterebiliriz.

Ashab'dan bazı kişiler, bahsini ettiğimiz adamı deccal sanmışlardı. Allah'ın Rasulu ise, onun deccal olmadığını söylemişti. Adam hakkında kendisine bir uyarı gelmeden, hiçbir ithamda bulunmamıştı.

Günlerin birinde, Allah Rasulu Sayyad'a sordu:
“Gönlümde senin hakkında bir şey saklıdır, söyle bakalım bu nedir?”

Sayyad; “Duh, Duh” dedi gerisini getiremedi.

Gerçekten de Allah'ın Rasulu, Sayyad için kalbinde “Duhan” süresini tutmuştu.

Ve sonra Allah'ın Rasulu Sayyad'ı şöyle susturdu:

“Haydi çek git, haddi aşıyorsun! Sen ancak kahinlerden birisin!”
Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır.(Şehid İnşaAllah Malcolm x-Malik El Şahbaz)

Sizi rahatsız etmeye geldim!
Bunu ilk beğenen sen ol.
General
RE: Tasavvufta Rabıta Şirki
AYETİ KAFALARINA GÖRE ÇARPIK YORUMLAYANLARIN İÇYÜZÜ

İslam toplumunun düşman askerlerine yakın sınırlarında silahlanarak nöbet tutunuz . işte bu meşakkat esnasında Allah ile irtibatlı -rabıtalı (we rabitu) olunuz ki kurtuluşa eresiniz. Çünkü İslam toplumuna devamlı dışardan tehlikeler girmek için fırsat kollamaktadır .
Bunun için düşman kuvvetlerine karşı uyanık ve Allah ile irtibatlı olunuz ki İslam zarar görmesin. Bu da kurtuluşa sebebdir.
Bu ayet gereğince hiç bir sahabe sınır boylarında silahlı düşmana karşı nöbet beklerken Rasulullahın hayalini aracı kılarak Allaha yaklaşmak için rabıta yapmadı !

Şimdi bu ayetin mealini ve tefsirini Taberi tefsirinden buraya aktaralım .

Al-i İmran 200- Ey iman edenler , sabredin. (Düşmanlarınıza karşı) sabırlı olun. (Hudutlarınızda) nöbet bekleyin. Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.

Ey iman edenler , dininiz hususunda , rabbinize itaatte ve bütün emir ve yasakların gereğini yapmakta sabırlı olun. Düşmanlarınıza karşı tahammül gösterin ki zafere erişesiniz. Sınırlarda düşmanlarınıza ve din düşmanlarına karşı nöbet bekleyin . Müslümanları koruyun.Allahtan korkun ve emirlerine karşı gelmeyin ki kurtuluşa erip ebedi olan nimetlere kavuşasınız.

* Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor
Allah yolunda sınırda bir gün nöbet tutmak , dünyadan ve onun içinde bulunan şeylerden daha hayırlıdır. Sizden birinizin cennette sahib olacağı vir kamçı boyu yer , dünyadan ve onun içinde bulunanlardan daha hayırlıdır. Allah yolunda akşam ve sabah yürümek , dünya ve onun içinde bulunanlardan daha hayırlıdır.
(Buhari , K.el-Cihad, bab: 73)

a- Hasan-ı Basri , katade , İbn-i Cüreyc ve Dehhak'a göre bu ayetin manası şöyledir :
Ey iman edenler, dininizin hükümlerine sabredin. Kafirlere karşı sabırlı olun ve müşriklerin karşısında nöbet tuttun

b- Muhammed b. Ka'b el-Kureziye göre bu ayetin manası şöyledir :
Ey iman edenler , dininizin hükümlerine karşı sabredin. İtaatınız karşılığında size vermeyi vaat ettiğim şeyleri beklemede sabırlı olun ve düşmanınızın karşısında nöbet tutun.

c- Zeyd b. Esleme göre bu ayetin manası şöyledir.
Ey iman edenler , cihadda sabırlı olun . Düşmanınıza karşı sabredin ve onların karşısında nöbet tutun. Zeyd b. Elsem diyor ki
: Bir zaman Ebu Ubeyde b. el-Cerrah , Ömer b. El-Hattab'a mektub yazarak ona , Rumların askeri yığınak yaptıklarını ve onlardan herkesin korkar durumda olduğunu belirtmiştir. Ömer’de ona şu cevabı yazmıştır . Mu'min bir kula ne kadar sıkıntı gelse de , Allah o sıkıntıyı ondan alır. Elbette ki bir zorluk iki kolaylığa galib gelemez. Allah teala kitabında şöyle buyurmaktadır : Ey iman edenler , sabredin. (Düşmanlarınıza karşı) sabırlı olun. (Hudutlarınızda) nöbet bekleyin. Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.

d- Ebu Seleme b. Abdurrahman ise , buayeti şu şekilde izah etmiştir.
Ey iman edenler , sabredin . İnsanlara karşı sabırlı olun. Ve namaza bağlı kalın. Bir vakti kıldıktan sonra diğer vakti bekleyin

Bu hususta Ebu Hureyre’nin Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu zikrettiği rivayet edilmektedir :

Ben sizlere , Allahın kendisiyle hataları sildiği ve dereceleri yükselttiği bir şeyi göstereyim mi ?
Sahabeler "Evet ey Allah'ın Rasulu" demişler.
Rasulullah'da "zorluklara rağmen , abdesti mükemmel bir şekilde almak , mescitlere çokça adımlarla gitmek ve bir namazdan sonra diğer bir namazı beklemektir. İşte irtibatlı olmak bu demektir"
( Muslim , K. Et-Taharet , bab : 41 , hadis No : 251)


Taberi ayetin izahında , bu görüşlerden tercihe şayan olanın şöyle diyen görüşe olduğunu söylemiştir :

Ey iman edenler , dininize ve rabbinize itaatte sabredin. Düşmanlarınıza karşı sabırlı olun ve onların karşısında nöbet tutun.

Taberi bu görüşü tercih edişine gerekçe olarak ta özetle şunları zikretmiştir. Ayette zikredilen , birinci sabır mutlak olarak zikredilmiştir. Bu itibarla hertürlü sabır bu ifadenin içine girer. İkinci sabır ise müşareket ifade eden bir siyga ile ifade edilmiştir. Bu da insanlar arasında karşılıklı olarak cereyan eder ki bundan maksat da Müslümanların , kafirler karşısında metanet göstermeleri demektir. Nöbet bekleyin diye tercüme edilen (rabituu) kelimesinin kökü (ribat )tır. Bu da diğer bir ayette de zikredildiği gibi düşmanla savaşmak maksadıyla at beslemek ve muhafaza etmektir. Düşmanın önünde nöbet tutan insanlar , kendilerini sınırlarda hapsettiklerinden ve oradan ayrılamadıklarından , onlara da bu sıfat verilmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de zikredilen kelimeleri
Arapçadaki asıl manalarından çıkarıp başka manalarda , herhangi bir delile dayanmadan kullanmak elbette ki isabetli değildir. Bu itibarla (rabituu) kelimesinden maksadın , Nöbet tutunuz demek olduğu muhakkaktır .
ebu Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi
TABERİ TEFSİRİ
2. CİLT sayfa No : 430 -431-432
Hisar yayınevi




Rabıtacıların delil aldığı bu ayetin tefsirini muteber kaynaktan görmüş olduk .
İnşeAllah ayet ve tefsiri neyi ifade ettiğini artık iyice anlamışızdır .

Düşünmek , tefekkür etmek caizdir. fakat düşünmek tefekkür etmek meşru diye Rabıta yapmaya yol bulamazsınız .

Sebebi ise Rabıta sırasında şeyhin ruhaniyetinin müridin yanına geldiğini iddia etmektedirler. Şeyhin ruhaniyeti müridin yanına nereden geliyor ki mürit ondan yardım istesin?
Hz. Ebubekir (r.a.) efendimiz , tuvalette iken bile Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizi ister istemez aklına hayaline geldiğini , bunda da bir sorumluluk olup olmadığını sorduğunda Rasulullah (s.a.v) efendimiz bunun fıtri bir şey olduğunu , önüne geçilemeyeceğini , bir vebali olmadığını bildirmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus ise Rasulullah (s.a.v) ben de senin tuvalette beni hayal ettiğini , düşündüğünü biliyorum , sana yardım ediyorum , nerede ne yaptığından haberdarım dememiştir !
Kişinin annesini , babasını, evladını , öğrencisini ,şeyhini , işini vs düşünmesi hatırlamaktır . Rabıta değil. Çünkü rabıta da karşılıklı düşünme ve haberdar olma yardımlaşma ve ne yaptığından haberdar olmak anlatılmaktadır !
İşte bu tür sapkın anlayışlarda şeyhinin kendini her halde iken gördüğünü sanan cahil softalar tuvalet ve banyoya bile günlerce girememektedirler . Allah c.c. akıl fikir ve sahih bir itikat versin.

Hz. Ebubekir (r.a.) tuvalette iken peygambere gelerek tuvalette bile iradem dışında aklıma geliyorsun dediğinde devamında da senin kalbindeki feyizden nasipleniyorum demiş midir? Ya da her hangi bir sahabe rasulullahın ilim meclisleri dışında rasulullahın diğer sahabelerini araya koyarak yada direktmen Rasulullahı düşünerek feyizlenmiş , yaptığı işe de rabıta yaptım demiş midir ? Tabiinden böyle bir şey yapan olmuş mudur? Mezheb ve akaid imamlarımızdan bu şekilde feyizlenmek rabıtadır diyen bir sözcük görülmüş müdür?
İşin asıl feryadı figan kopan yeri ise bu düşünme (rabıta) esnasında düşünülenin düşünenden haberdar olması ve düşünenin nerede , ne zaman , nasıl ve ne istediğinden haberdar olduğunu ve yardım ettiği inancıdır ? işte Allah c.c. esma ul husna'sındaki el-Gayb sıfatını mahlukata vermek budur !
Eğer şeyhime rabıta yaparken (yani düşünürken )
benim kendisini düşündüğümden haberdar değil , ne zaman ve nerede olduğumdan habersizdir , böyle düşünürken de (Rabıta yaparak) benim sıkıntılarımı giderebilir , bana yardım ediyor , çünkü o Allah dostudur vc gibi inanışlar içinde değilseniz sözümüz yoktur. İstediğiniz kadar düşünüp tefekkür ediniz şeyhinizi. Ama bu inançta iseniz bizler bu itikattan beriyiz !



Şimdi de tarikatçıların rabıta için "içinde rabitu geçiyor" diye kendilerine delil aldıkları ayetin tefsirini Elmalılı Muhammed Hamdi yazırdan dinleyelim :


200-Sözün kısası ey iman edenler, siz telaş etmeyiniz, sabırlı olunuz, (haberde geldiğine göre sabır üç derecedir: Musibet (ansızın gelen bela)e sabır, itaat etmekte sabır, isyandan sabır), ve sabırda Allah düşmanlarıyla yarışıp onların üstüne çıkınız, yani imtihan ve mücahede mevkilerinde düşmanların sabrının üstüne çıkmaya ve nefsinizin arzularını yenmeğe çalışınız ki, sabırlı olmaya alışırsanız bunu yapabilirsiniz. Ve murabata edi (nöbetleşi)niz, ribat yapı (sağlam yürekli olu)nız, imam ardında cemaatle namaz gibi birbirinize bağlanıp vazifeye dikkatli olunuz ve özellikle savaşa düşmanlarınızdan çok hazırlıklı bulunarak atlarınızı bağlayıp hududlarda ve mevzilerde karakol bekleyiniz.
Ribat, Allah yolunda devam etmektir. Bu aslında rabt-ı hayl yani at bağlamaktan alınmıştır ki, düşmana karşı atını bağlayıp gözetlemek ve beklemek demektir. Sonra İslâm hudud (sınır) şehirlerinden birinde bekleyenlere, gerek süvari ve gerekse piyade olsun, genelde murabıt (nöbet bekleyen, nöbetçi) adı verilmiştir. Fakihlerin ıstılahlarında murabıt, hudud şehirlerinden birine bir müddet beklemek için gidendir. Aile ve efradıyla beraber oralarda oturan ve hayatını kazanarak yaşayan hudud sakinlerine murabıt denilmez.
Zamanımız terimine göre murabıt, Allah yolunda silah altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve nöbet bekleyen askerler demek olur.
Buhârî ve Müslim'de Sehl b. Sa'd'den rivayet olunduğu üzere Rasulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki, "Allah yolunda bir gün karakol beklemek, dünya ve mafiha (onda olanlar)dan hayırlıdır".
İbnu Mâce sahih senedle Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte de Rasulullah buyurmuştur ki:
Her kim Allah yolunda murabıt olarak, yani karakol beklerken ölürse, işleyegeldiği iyi amel üzerine icra edilir, rızkı da üzerine gönderilir durur, fitnecilerden emin olur ve Allah Teâlâ onu korkudan emin olarak diriltir.

Ebu'ş-Şeyh'ın Hazreti Enes'den merfû olarak tahric ettiği bir hadiste:
Karakol yerinde namaz, iki milyon namaza eşittir.
Abdullah b. Ömer (r.a.)den rivayet edilmiştir ki:
Ribat , cihaddan daha faziletlidir. Zira ribat, müslümanların kanını muhafazadır. Cihad ise müşriklerin kanını dökmektir.

Bunları yapınız Allah'dan gereği gibi korkunuz, mutlak olarak emirlerine karşı gelmekten sakınınız, korumasına koşunuz ki, felah bulasınız (kurtulasınız), isteklerinize nail, temennilerinizde başarılı olasınız, dualarınızın kabul olduğunu göresiniz.
İşte Bakara Sûresinin sonundaki kâfirler toplumuna karşı bize yardım eyle! duasının da tam cevabı.

**********************
Hangi ayeti ne maksatla aldığınızı her aklı selim mümin anlıyor.
Sınırda düşman kuvvetlerine karşı silahla ribat yapmayı , şeyhle telepati kurarak benim şu an nerede ne yaptığığımdan haberdardır , hatta benim şeyhim gece yatağımda kaç kere döndüğümü bile bilir (m. zahid kotku) inançları çıkartarak hem yerinde çakılı kalmayı hemde cihadda çıkmama gibi bir taşla kuş sürüsü vurmaya çalışırsınız .
Hiç bir sahih delil size destek olamaz , aksine yüzünüzdeki boyayı döker.



Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü'l-Münir

Al-i İmran 200- Ey iman edenler! Sabredin. Sabır yarışı yapın. Nöbet beklesin, Allah'tan korkun ki felah bulaşınız.

Sabredin yani isabet eden ağır işlere karşı nefsinizi tahammülsüzlükten alıkoyun, dinî yükümlülükleri yerine getirmeye katlanın. Sabır yarışı yapın. Savaşta karşılaştığınız sıkıntılara kâfirlerden daha çok sabırlı olun, sabırda onları geçin. Onlar sizden daha ileri derecede sabredenler olmasınlar. Nöbet beklesin; ribat yapın, yani cihad için serhadlerde düşmana karşı gaza yapmak için gözetleyiciler ve nöbetçiler olarak yer tutun.
Allah'tan korkun, kendinizi Allah'ın gazabından ve hiddetinden uzak tutun; ki felah bulaşınız felahı umabilesiniz. Felah, cennete nail olmak, cehennemden kurtulmak ve kastolunan amelleri yapabilmektir.
[ Vehbe Zuhayli, et-Tefsiru'l-Munir, Risale Yayınları: 2/462.]

Nüzul Sebebi

200. ayet-i kerime olan, Ey iman edenler! Sabredin... ayet-i kerimesinin nüzulü ile ilgili olarak da Hâkim Sahîh'inde şunu rivayet etmektedir:

Ebu Seleme b. Abdurrahman, -Davud b. Salih'e hitaben-
Kardeşimin oğlu, sen şu, Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışı yapın, nöbet beklesin... ayetinin ne hakkında nazil olduğunu biliyor musun? dedi. Ben, Hayır dedim.
Şöyle dedi: Kardeşimin oğlu, Rasulullah (s.a.v.)'in döneminde nöbet bekleşecek bir serhad ve bir sınır yoktu, fakat bu (ribat) namazdan sonra bir diğer namazı beklemekti.
[ Vehbe Zuhayli, et-Tefsiru’l-Munir, Risale Yayınları: 2/462-463]

Açıklaması

1- Bir kısmı beş vakit namaz olan dinî yükümlülüklere, hastalık, fakirlik ve korku gibi bir takım musibet ve sıkıntılara sabretmek.

2- Düşmanlarla sabır yansına girmek. Yani sıkıntılara, hoşa gitmeyen şeylere katlanmak hususunda onları geçmek, nefse ve hevaya karşı direnmek.

3- Düşmanlarla karşılaşmaya hazırlıklı olmak üzere mescitlerde, düşmanlara yakın sınırlarda olunması gereken serhadlerde ribat yapmak, bunun için cihad etmek. Buharî, Sehl b. Sa'd es-Sâidî'den Rasulullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Allah yolunda bir gün ribat, dünyadan ve dünyadaki her şeyden hayırlıdır. Müslim'in Sahih 'inde de Hz. Selman'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Rasulullah (s.a.v.)'ı şöyle buyururken dinledim:
Bir gün ve bir gece ribat yapmak bir ay boyunca oruç tutup namaz kılmaktan hayırlıdır. Şayet vefat edecek olursa hayatta iken yaptığı amelinin ecri ona yazılır, rızkı ona yazılır ve çok fitnecinin fitnesinden (şeytandan) emin kılınır.

4- Biricik mutlak İlâha karşı muttaki olmak, O'ndan korkmak, azabından sakınmak, gizli ve açık bütün hallerinde O'nun gözetimi altında olduğunu bilmek, emirleri yerine getirmek, yasaklardan da uzak durmak.
Şüphesiz bu vasiyetlere (emirlere) bağlı kalıp riayet eden felaha kavuşur, dünyada da ahirette de umduklarını elde eder, kurtulur.

[ Vehbe Zuhayli, et-Tefsiru’l-Mu nir, Risale Yayınları: 2/463-465. ]

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

İtaat üzere sabretmek, düşmanla sabır yarışına girmek, nefis ve hevaya karşı direnmek, İslâm ülkesi serhadlerini ribatlarla korumak, Allah'tan korkmak, dünyada düşmanlara karşı muzaffer olmanın, üstünlük sağlamanın, ahirette de Allah'ın azabından kurtulup ebedî nimetlere nail olmanın yoludur...

[Vehbe Zuhayli, et-Tefsiru’l-Munir, Risale Yayınları: 2/465-466. ]
Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır.(Şehid İnşaAllah Malcolm x-Malik El Şahbaz)

Sizi rahatsız etmeye geldim!
Bunu ilk beğenen sen ol.
General
RE: Tasavvufta Rabıta Şirki
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb

Ey imân edenler, sabredin, sabır yarışı yapın, nöbet beklesin ve Allah'tan tttika edin (korkun). Umulur ki felah bulursunuz (Âl-i İmran.200).



Sabır ve Müsabere

Cenâb-ı Hak, Ey imân edenler sabredin, sabır yansı yapın, nöbet beklesin ve Allah'tan İttikâ edin. Umulur ki felah bulursunuz buyurmuştur. Bil ki Allah Teâlâ, bu surede, gerek usûl (inanç), gerekse fürû (ahkam)a dâir pek çok hakikatten bahsedince, ki usûl, tevhid, adalet, nübüvvet ve âhiret meselelerinin izahı ile ilgili olan konular; fürü da hacc, cihâd ve benzeri mükellefiyet ve ahkâmla ilgili şeylerdir-, bütün âdabı içine alan bu âyetle bitirmiştir.

Bu böyledir, çünkü insanın iki hali vardır:
a) Sırf kendini ilgilendiren;
b) Kendisi ile başkaları arasında müşterek olan şeyler. Birincisinde sabrın bulunması, ikincisinde de müsabere (karşılıklı sabır ve tahammül gösterme)'nin bulunması gerekir.

Sabrın birkaç çeşidi vardır:

1- Tevhid, adalet, nübüvvet ve âhiretle ilgili bilgileri elde etmek için, istidlal ve tefekkür meşakkati ile muhaliflerin şüphelerine cevap vermek için istinbatta bulunma meşakkatine sabretmek.
2- Farz ve nafile ibadetleri edâ etmenin sıkıntı ve zorluklarına sabretmek.
3- Yasaklardan (haramlardan) kaçınmanın sıkıntılarına sabretmek.
4- Hastalık, fakirlik, kıtlık ve korku gibi, dünyevî musîbet ve âfetlere karşı sabretmek.. Âyetteki, sabredin emrinin muhtevasına işte bütün bu kısımlar girer. Bu ilk üç kısmın da muhtevasına sayısız çeşitler girer.
Müsabere ise, kişinin kendisi ile başkası arasında müşterek olan sıkıntılara katlanmaktan ibarettir. Bunun içine aile, komşular ve akrabalardan kötü ahlaklı olanlara tahammül etme ile, sana kötülük yapanlardan intikam almaya yeltenmeme hususu girer. Nitekim Cenâb-ı Hak, Cahillerden yüz çevir (Arat. 199) ve Onlar boş ve kötü lakırdıya rastladıkları vakit, şerefli olarak (yüz çevirip) geçerler (Furkan,63 ) buyurmuştur.
Yine Müsâberenin içine, insanın başkasını kendi nefsine tercih etmesi de girer. Nitekim Cenâb-ı Hak, (Onlar) kendilerinde fakr-u ihtiyaç olsa bile, o (din kardeşlerini) öz canlarından daha üstün tutarlar (Haşr, 9) buyurmuştur. Yine ona, sana zulmedip haksızlık edenleri affetmen de girer. Nitekim Hak Teâlâ,
Atfetmeniz, takvaya daha yakın (ve uygun)dur (Bakara. 237) buyurmuştur. Yine ona, mârufu (iyi şeyi) emir ve tavsiye edip, münkeri (kötülüğü) nehyetmek de girer. Çünkü emr-i ma'ruf ve nehy-i münker yapana çoğu kez, zararlar gelir. Yine buna, cihad da dahildir. Çünkü cihad, canı tehlikeye atmaktır. Yine bu müsâbereye, bâtıl ehline karşı sabredip, onların şüphelerini giderme ve cevap vermeye gayret etmek ve bu bâtıl şeyleri onların kalplerinden silme çabası da girer. Binâenaleyh Hak Teâlâ'nın, Sabredin emrinin, insanın sırf kendisini ilgilendiren hususlara sabrı; Sabır yansı yap)n buyruğunun ise, insan ile diğer insanlar arasındaki müşterek her şeye sabrı içine aldığı sabit olur.
[ Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/298-299]


Murabete ne Demektir?

Bil ki insan, her ne kadar sabr ve müsâbere ile mükellef tutulmuş olsa da, insanı bunların zıddını yapmaya sevkedecek olan kötü huylar da vardır. Bunlar şehvet, gazab ve ihtirasdır. İnsan, ömrü boyu bunlarla mücâdele edip, bunları zapt-ı rapt altına almakla meşgul olmadığı sürece, sabretmesi ve müsâberede bulunması mümkün olmaz. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, c.c nöbet beklesin buyurmuştur. Bu gayret, fiillerden bir fiil olup, insanın her fiilinin de mutlaka bir sebebi ve maksadı olduğu için, insanın bu gayretinde de bir maksadının ve sebebinin olması gerekir ki, bu felahı ve kurtuluşu elde etmek için, Allah'tan ittikâ etmek (korkmaktır.) Bu sebeple Cenâb-ı Hak, ve Allah'tan ittikâ edin, umulur ki felah bulursunuz buyurmuştur.
Bu hususta sözün Özü şudur:

Fiillerin kaynağı kuvvelerdir Cenâb-ı Hak, bundan dolayı sabrı ve müsâbereyi (sabır yansını) emretmiştir ki bu güzel fiilleri yapıp, kötü fiilleri işlemekten kaçınmadan ibarettir. Fiiller, kuvvelerde-sâdr olduğu için, Cenâb-ı Hak bundan sonra, kötü fiillerin kaynağı o kuvvetlere savaşmayı emretmiştir ki nöbet bekleşmekten (murabata)dan murad budur. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu kuvveleri, kabîh ve kötü şeyleri yapmaktan alıkoyan şeyi de zikretmiştir ki bu Allah'tan ittikâ etmek (korkmak)tır. Sonra da, Allah'tan ittikâ etme, diğer kuvvet ve ahlâklara tercih edilmesini gerektiren şeyi zikretmiştir ki bu da felâh (kurtuluş)tur. Böylece sûrenin sonundaki bu âyetin, ruhanî birtakım sırların ve hükümlerin hazinelerini içine aldığı; kısa olmasına rağmen, surede daha önce zikredilen usûl ve fürû ilimlerinin âdeta bir tamamlayıcısı olduğu ortaya çıkmaktadır Benim söyleyebileceklerim bundan ibarettir.


Şimdi, müfessirlerin söylediklerini zikredelim:

Hasan el-Basrî şöyle demişti-Dininizden ötürü sabredin. Fakirlik ve açlık sebebi ile onu bırakmayı Düşmanlarınıza karşı sabır göstermede yarışın ve Uhud'da meydana gele' bozgundan ötürü yılgınlık göstermeyin.
Ferra, Peygamberinizle birlikte sabredin Düşmanlarınıza karşı sabır yarışında bulunun. Sizden daha sabırlı kimseler -bulunması uygun düşmez demiştir
Esam ise, Bu sûrede Allah'ın mükellefiyetle çok olduğu için, Allah Teala onlara, bu mükellefiyetlere karşı sabırlı olmaları emretmiştir. Yine bu sûrede cihada çokça teşvik ettiği için de, düşmanlarına karşı sabırla dayanıp diretmeyi emretmiştir demiştir.


Hak Teâlâ'nın nöbet beklesin emri ile ilgili iki görüş vardır:

1- Bu, o kimselerin atlarını hudutlardaki nöbet yerlerine, karakollara bağlamalarından ibarettir. Onlar atlarını, hasım tarafların her biri, diğeriyle savaşa hazır olacak bir şekilde atlarını bağlarlar ve beklerler. Nitekim Cenâb-ı Hak, ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla, Allah'ın düşmanlarını ve sizin düşmanlarınızı korkutasımz (Enfâl. 60) buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'den: "Allah yolunda kim bir gün bir gece hudut nöbeti tutarsa, bir ay ihtiyacı dışında devamlı namaz kılan ve bozmadan oruç tutan kimsenin (İbâdeti) gibi ibâdet etmiş olur" dediği rivayet edilmiştir.

[Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/298-299 ]

2- Murâbata, bir namazdan sonra diğer namazı beklemek manasına gelir. Bunun böyle olduğuna şu iki husus da delâlet etmektedir:

a) Ebu Seleme İbn Abdurrahman'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında, murâbata yapılan (hudut nöbeti beklenen ve kendisi için hususî atlar hazırlanan) bir savaş yoktu. Binâenaleyh bu âyet ancak, bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı bekleme hakkında nazil olmuştur.

b) Ebu Hureyre (r.a)'nin, namazdan sonra diğer namazı beklemeden bahsedip, sonra üç kere, Dikkat edin, ribât işte budur! dediği rivayet edilmiştir.

Bil ki bu lâfzı, zikredilen bu manaların hepsine birden hamletmek mümkündür. Ribâtın kökü bağlamak manasına olan rabt etmektendir. Nitekim bir şeye sabreden kimseye, Kalbini ona bağladı denilir. Başkaları, bu kelimenin devam ve sebat etme demek olduğunu söylemişlerdir ki bu mana, bizim söylediğimiz sabretme ve kalbi bir şeye bağlama manası ile alakalıdır. Sonra bu sebat ve devam, cihâd için olabileceği gibi, namaz için de olabilir. Allah en iyi bilendir.

Allah kendisinden razı olsun, İmâm Fahruddln Râzî şöyle demiştir:
Bu sûrenin tefsiri, Allah'ın fazlı ve ihsanı ile Hicrî 595 senesi Rebîu'l-âhir ayının ilk perşembesinde tamamlandı.
[ Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/299-301]




İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis

Al-i İmran 200- Ey inananlar, sabredin [ Sabim Düşmanlarınıza sabırla galebe edin ], direnin. Savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun [ Rabitu Savaşa daima hazırlıklı olun. Uyanık olun.] ve ALLAH'tan korkun ki, başarıya eresiniz.


Bu ayette, müslümanlann dinlerinde sabırlı olmaları, düşmanlarını sabırla dize getirmeleri ve ALLAH'tan daima korkup O'nun sınırlarına bağlı kalarak savaşa hazırlıklı olmaları emredilmiştir. Zira, müslümanlann zaferi ve başarısı burada saklıdır.
[ İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/515.]


Savaşa Hazır Olun

Ayetin iniş sebebi ile ilgili herhangi bir rivayet nakledilmemiş olmakla birlikte, önceki ayetlerle bağlantılı ve onların devamı olduğu söylenebilir. Kâfirlere karşı zaferin yolunu ayet göstermiş ve bu yolu takip etmelerini emretmiştir. Eğer müslümanlar bu yolu takip ederlerse kâfirler boyun eğecek, mağlub olacaklardır. Emredilen hususun caydırıcılığı noktasında herhangi bir şüphe sözkonusu değildir.
Sabırla ve savaşa sürekli hazırlıklı olmakla zafer, ALLAH'ın bir vaadi olarak kesindir. Ancak ayette belirtilen ve müslümanlann uygulamaları gereken husus bu sıfatı haiz olmaları ve onlara galibiyeti getiren uygulamaların yerine getirilmesidir.

İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 5/515.


İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri

Al-i İmran 200 - Ey iman edenler! Sabredin; sabırda düşmanlarınızın karşısında sebat edin (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun, ALLAH'tan sakının ki, başarıya erişebilesiniz.

Ey iman edenler! Sabredin; Din konusunda ve dini sorumlulukları için sabredip göğüs gerin.
Cuneyd-i Bağdadi diyor ki:
Sabır: Feryadı ve sıkıntıyı bir tarafa atarak bütün gücü o istenmeyen şey üzerinde yoğunlaştırıp gerekeni yapmaktır.
Sabırda düşmanlarınızın karşısında, sebat ederek onlardan öne,geçmeye çalışın, Savaşın tüm şiddetlerine karşın sabırda onları yenin. Onlardan daha az sabır ve sebat göstermeyin. Cihad sırasında ALLAH'ın düşmanları karşısında direnin, geri çekilmeyin. cihad için hazırlıklı ve uyanık bulunun. Sınır ve nöbet yerlerinde direnip bekleyin, nöbetinizi ihmal etmeyin. Oralarda atlarınızı, her türlü silâhlarınızı, savaş araç ve gereçlerinizi sağlama alın. Sürekli teyakkuz hâlinde bulunun ve her an savaşa çıkacakmış gibi hazır olun. ALLAH'tan sakının ki; başarıya erişebilesiniz.

Felah: Arzu edilmeyen olaydan ya da şeylerden kurtulduktan sonra istenen şeyde sürekli olarak kalmaktır.
edatı, geleceğin bilinememesi gibi şeylerde kullanılır. Buda , kişi umduğu ve beklentisi içinde olduğu şeylere dayanıp güvenerek geleceği için amel işlemekten geri kalmaması manasını içerir.
Bir başka yorum ise şöyledir: Bana olan muhabbetiniz için sabredin, nimetlerime karşı da elinizden geldiği kadar sabır yarışında olun ve Benim dinime hizmet için canınızı ortaya koyun. Böyle yapmanız hâlinde olur ki kurtuluşa erersiniz ve bana yakın olma imkânını kazanmış olursunuz.
Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyuruyor:
Zehraveyni, Bakara ve Ali İmran surelerini okuyun. Çünkü bu ikisi kıyamet gününde adeta iki bulut veya iki kuş sürüsü imişcesine sizi gölgelemek üzere gelecekler ve kendilerini okuyanları savunacaklar.
[ Muslim; 804.]

ALLAH en iyiyi ve en doğruyu bilendir. Sonuçta dönüş ve varış O'nadir.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/490-491.




Diyanet tefsiri

Al-i İmran 200. Sözlükte sabır acıya katlanmak, zorluklara ve sıkıntılara göğüs germek demektir (Bakara 45).
Aynı kökten gelen ve mealinde kararlılıkta yarışın diye çevrilen fiilinin masdan olan müsâbere ise kişinin kendisiyle başkası arasında meydana gelen olumsuzluklara katlanması [ Râzî, IX, 155] kendisine karşı direnen kimseye (düşmana) daha fazla mukavemet etmesi anlamına gelir [ İbn Âşûr, IV, 208]


Sözlükte düşmanın geleceği yeri bekleyip korumak anlamına gelen ribât, terim olarak ALLAH yolundan ayrılmamak, düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı bulunmak anlamına gelmektedir. Aslında ribât düşmanın ansızın saldırmasını önlemek için atı bağlayıp hazır tutmak anlamına gelen rabtu'l-hayl ifadesinden alınmıştır.
Daha sonra ister süvari ister piyade olsun, sınır boylarında bekleyen kimseye nöbetçi, nöbet bekleyen anlamında, bu kelimenin türevi olan murâbıt adı verilmiştir. Murâbıt bir müddet beklemek için sınıra giden kimse demek olup terim olarak silâh altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve nöbet bekleyen asker için kullanılır..
[Elmalılı, II, 1265]


Al-i İmrân sûresinin özellikle baş taraflarında tevhîd, nübüvvet ve âhiret gibi dinin esaslarını oluşturan itikadî konularda açıklamalar yapılmış, daha sonra hac, cihad ve benzeri amelî konulara değinilip kulların bunları yerine getirmekle yükümlü olduklarını bildirilmiş, son âyetinde de bu görevlerin yerine getirilebilmesi için kulların yapmaları gerekenler üzerinde durulmuştur. Çünkü bu görevler kulun ya sadece kendisiyle ilgilidir veya kendisiyle başkaları arasında gerçekleşmektedir.
Yüce ALLAH kulun sadece kendisini ilgilendiren yükümlülükler için kula sabırlı olmasını tavsiye ederken; kendisiyle başkaları arasında gerçekleşecek olanlar için de müsâbereyi yani kararlılıkla direnmeyi emretmektedir. Meselâ düşmana karşı cihad ederken ondan daha fazla direnmesini ve ona galip gelmesini istemektedir. Düşmanın ansızın saldırıp müsliimanlan gafil avlamasını ve onları imha etmesini önlemek için de sınır boylarında nöbet tutmaları ve düşmana karşı daima dikkatli olmaları uyarısında bulunmaktadır.
Hz. Peygamber de birçok hadiste müminlerin düşmanlarına karşı uyanık olmalarını, sınırda bekleyerek düşman saldırılarım önlemelerini emretmiş, bunu yapanların ALLAH katında büyük mükâfata ereceklerini ve cehennem ateşinden kurtulacaklarını haber vermiştir.
[ Buhârî, Cihâd,73; Muslim, İmâre, 163; İbnKesîrJI, 17M77; Kurtubî, VI, 324-326; silâh gücü bakımından hazırlıklı olmanın önemi için bk. Enfâl 8/60]

Hz. Peygamber bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı beklemeyi mecazi anlamda nöbet bekleme olarak isimlendirdiği için [ Muslim, Taharet, 41; Tirmizî, Taharet, 39] bazı müfessirler buradaki ribâtı bu anlamda yorumlamışlardır. Ancak İbn Aşûr, Hz. Peygamber'in ifadesinin bir benzetme olduğunu, bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı kılmak için vaktinin gelmesini beklemeyi sınır boylarında nöbet beklemeye benzettiğini ifade etmektedir Bununla birlikte namaz ibadetinin kişiyi kötülüklerden koruyucu özelliğe sahip bulunduğu düşünüldüğünde âyetin hakikat olarak her iki anlamı da kucaklayacak mahiyette olduğu kabul edilebilir. Çünkü nöbetlerin biri vatanı düşmandan, diğeri ise nefsi kötü davranışlardan korumaya yöneliktir. Nitekim âyetin, aynı zamanda sûrenin son cümlesinde kurtuluşa ermek için takvanın yani ALLAH'tan korkmanın emredilmiş olması, âyetin her iki anlamı da içerdiğine işaret eder. Bunların biri yapılıp diğeri yapılmadığı takdirde takva gerçekleşmiş olmaz dolayısıyla kurtuluş da olmaz.

Muhammed Abduh buradaki takva emri ile İlgili olarak özetle şöyle der:
Takva senin, ALLAH'ın gazabından ve azabından kendini korumandır. Bu da ancak ALLAH'ı tanımak, O'nu razı edecek ve O'nu kızdıracak şeyleri bilmekle mümkün olur. Bunları bilmek ise ALLAH'ın kitabını anlamaya, Peygamberi'nin sünnetini ve bu ümmetin selef-i sâlihîn denilen geçmişlerinin hayatını bilmeye ve onları örnek almaya bağlıdır. Kim hakkı ve ehlini korumak, davetini yaymak uğrunda sabreder, engellere karşı direnir, tehlikelere karşı uyanık olup gerekeni yapar ve ALLAH'ın emrine saygısızlıktan sakınırsa, diğer işlerinde de bu prensipleri göz önünde bulundurursa kendisini kurtuluşa ve ALLAH katındaki mutluluğu elde etmeye hazırlamış olur. [ Reşîd Rızâ, IV, 319]

Kaynaklarda, Hz. Peygamber'in gece teheccüd namazına kalktığında Âl-i tmrân sûresinin son on âyetini okuduğu kaydedilmektedir. [ Buhârî, Tefsir, 3/18-20; İbnKesîr,!!, 162-163]

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/558-5560
Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır.(Şehid İnşaAllah Malcolm x-Malik El Şahbaz)

Sizi rahatsız etmeye geldim!
Bunu ilk beğenen sen ol.
General
RE: Tasavvufta Rabıta Şirki
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an


Al-i İmran 200. Ey îman edenler! Sabredin; sebat gösterin; Sınır boylarında nöbet tutun ve Allah'tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.

23. îman Edenlere Sabır, Sebat ve Ribât Emri:

Yüce Allah'ın: Ey iman edenler, sabredin... buyruğuna gelince; yüce Allah, bu sûreyi son on âyetin sonuncusu olan bu âyet-i kerime ile sona erdirmektedir ki, bu on âyet-i kerimede dünya hayatında düşmanlara karşı muzaffer olmanın, âhiret nimetlerini elde ederek kurtulmanın yolunu ihtiva eden tavsiyeleri kapsamaktadır. Bu âyet-i kerime ile yüce Allah, itaatler üzere ve şehvetlere karşı sabrı teşvik etmektedir. Sabr ise alıkoymak, engellemek demektir. Buna dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (155. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
Mûsâbere (sabır ve sebat göstermek) emrine gelince; bunun düşmanlara karşı sebat göstermek anlamında olduğu söylenmiştir. Bu açıklamayı Zeyd bin Eşlem yapmıştır. el-Hasen ise, beş vakit namaza sebatla devam etmek diye açıklamıştır.
Şöyle de açıklanmıştır: Musâbere, sürekli olarak nefsin arzularına muhalefet etmektir. Nefis bir işe davet ederken kişinin o çağırdığı şeye gitmemesi, ondan vazgeçmesi demekür.
Ata ve (İbn Ka'b) el Kurazî Ese der ki: Size veriten vaadi sabırla bekleyiniz yani ümit kesmeyiniz ve zafer kazanacağınız vakti gözleyiniz. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Sabır ile kurtuluşu beklemek bir ibadettir [ el-Azîzî, es-Sirûcu'l-Munîr, II, 66, zayıf olduğu kaydıyla.]
Ebu Ömer (îbn Abdi'l-Berr'de) -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu görüşü tercih etmiştir. Birincisi ise cumhurun görüşüdür. Antere'nin şu beyiti de bu kabildendir:
Bizim sabrımız (zafer beklememiz) gibi sebât gösteren bir kabile görmedim; Bizim mücadele edip çarpıştığımız kimse gibileriyle de çarpışmadılar.
Antere'nin: Bizim sabrettiğimiz gibi sebat gösterenler sözü yani savaş esnasında düşmana karşı sebat gösterip herhangi bir korkaklık ve gevşeklik izhar etmeyenler demektir.
Mücadele İse karşı karşıya yüz yüze gelip çarpışmak demektir.
İşte bundan dolayı tefsir alimleri:
Ribât yapın buyruğunun anlamı hakkında farklı görüşlere sahiptirler.
Ümmetin cumhuru der ki: Yani atlarınızla düşmanlarınıza karşı ribât yapın. Yani düşmanlarınız nasıl ki atları bağlayıp besliyor ise siz de öylece bağlayıp besleyiniz. Yüce Allah'ın: Bağlanıp beslenen atlar (ribatu'l-hayl) (el-Enfal, 60) buyruğundaki ribât ta bu anlamdadır.

Muvatta'da Malik'in Zeyd b. Eşlem'den şöyle dediği nakledilmektedir:
Ebu Ubeyde b. el Cerrah, Ömer b. el-Hattaba mektup yazarak Bizans ordusunun büyük kalabalığından ve onlardan çekindiğinden söz etti. Hz. Ömer ona yazdığı mektubunda şöyle cevap verdi:
İmdi, mu'min herhangi bir kula herhangi bir sıkıntı gelip çatacak olursa, mutlaka Allah ondan sonra ona bir kurtuluş yolu açar. Ve hiç şüphesiz tek bir zorluk iki kolaylığı yenemez. Çünkü yüce Allah Kitab-ı Kerîm'înde şöyle buyurmaktadır: Ey iman edenler. Sabredin, sebat gösterin, ribat yapın ve Allahdan korkun ki felah bulaşınız.
[ Muvatta, Cilıâd 6; Hakim, Mustıdrek, II, 300-301'de ayrıca Ebû Ubeyde'nin cevabını da nakil etmektedir ]

Ebu Seleme b. Abdurrahman der ki: Bu âyet-i kerime bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı beklemek hakkındadır. Rasûlullah (s.a.v.)ın döneminde ise Ribat yapmayı gerektirecek bir gaza sözkonusu değildi. Bu açıklamayı el-Hâkim Ebu Abdullah, SahilVinde nakletmektedir.
[ Hâkim, Müstedrek, II, 301]

Ebû Seleme bu hususta Hz. Peygamber'in şu buyruğunu delil göstermektedir:
"Ben sizlere Allah'ın kendisi sebebi ile günahları sildiği ve dereceleri kendisi ile yükselttiği şeyi göstereyim mi?
Bu, hoş olmayan şeylere rağmen abdesti iyice almak, mescitlere çokça adım atarak gitmek, namazdan sonra diğer namazı beklemek, işte ribat budur" dedi ve (son cümleyi) üç defa tekrarladı. Bunu Malik rivayet etmiştir.
[ Muvatta, Kasrıı's-SalSı 55; Muslim, Tahâre 41; Tirmizl, Tahâre 39; Nesâî, Tahflre 107; Müsned, II, 277, 303. ]

İbn Atiyye der ki: Bu konuda doğru olan görüş şudur: Ribat Allah yolunda (cihad)ı iltizâm etmektir (sürdürmektir). Bunun aslı atları rabtetmek (bağlamak)dan gelmektedir. Daha sonra İslam serhadlerinden herhangi birisinde kalıp orayı korumak üzere giren herkese murâbıt adı verildi. İster süvari olsun, ister piyade. Bu kelime rabtdan alınmadır Peygamber (s.a.v.)ın: İşte ribât budur diye buyurması bunu Allah yolunda ribâta bir benzetmedir. Ribat'ın sözlük anlamı ise birincisidir. Bu da Hz, Peygamber'in: Güçlü kuvvetli olan kimse başkalarının sırtını yere getiren kimse değildir. [ Buhâri, Edeb 76; Muslim, Birr 107; Muvatta, Husnu'l-Huhik 12; Musned, II, 236, 268, 517.] hadisi ile; Yoksul dediğiniz şu kapı kapı dolaşan kimse değildir [ Buhari, Zekat 53; Muslim, Zekat 102; Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 7; Müatıed, I. 384.] hadisini ve benzerlerini andırmaktadır.

Derim ki: İbn Atiyye'nin: Sözlük anlamı ile ribat birinci anlamdakidir şeklindeki ifadeleri kabul edilemez. Çünkü dilin önder bilginlerinden ve güvenilir alimlerinden birisi olan el-Halil b. Ahmed şöyle demektedir:

Ribat; serhadlerden ayrılmamaktır. Aynı şekilde namaza da ısrarla devam etmekdir, O halde şu sonuca ulaşılmaktadır: Namazı beklemek de -Peygamber (s.a.v.)ın buyurduğu gibi- lügat manası ile hakikat anlamında bir ribâttır, Bundan daha ileri derecedeki açıklama da eş-Şeybanî!nin söylediği sözlerdir. Ona göre asla kesilmeyen devamlı akan suya maun müterâbitun denilir. Bunu da İbn Fâris nakletmiştir. Bu ise Ribat'ın sözlük anlamı itibari ile bizim sözünü ettiğimin başka şeyleri de kapsamasını gerektirmektedir.
Araplara göre murâbıt:
Bir şey üzerinde çözülmeyecek şekilde yapılan düğümdür. Bu da mana İtibari İle sabır gösterilen şeye racidir. Böylelikle kalbinde güzel niyeti tutar, bedenini de İtaati işlemek durumunda bırakır Bunun en büyük ve en önemli işlerinden birisi ise Kur'ân-ı Kerîm'de yüce Allah'ın: Ve bağlanıp beslenen atlar (el-Enfal, 60) buyruğunda açıkça belirtildiği gibi -ve ileride de geleceği üzere- Allah yolunda atları bağlayıp beslemektir. Peygamber (s.a.v.)ın de ifade buyurduğu gibi namaz kılmak üzere kişinin kendisini bağlaması (namaz vakitlerini gözetlemesi)dîr. Bu açıklamayı (ihtiva eden hadis-i şerifi) Ebu Hureyre, Cabir ve Ali rivayet etmiştir. Artık bundan öte bîr açıklama aramaya da gerek yoktur.
[ İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/537-539.]

24- Hukukçulara Göre Allah Yolunda Ribat Yapan Kimse:

Fukahâya göre Allah yolunda ribat yapan kişi herhangi bir süre kadar ribat yapmak üzere serhatlerden birisine giden kimse demektir. Bunu Muhammed b. el-Mevvâz söylemiş ve rivayet etmiştir. Her zaman için orada yaşayan ve kazançlarını sağlayan, aileleri İle birlikte serhadlerde yaşayanlara gelince; bunlar her ne kadar koruyucu kimseler olsalar dahi murabut değillerdir. Bunu da İbn Atiyye söylemiştir.

îbn Huveyzimendâd şöyle demektedir: Ribâtın iki durumu vardır. Birincisinde şerhad güvenilir, koruma altında bulunur; böylesi bir yerde hanım ve çocuklarla birlikte yerleşmek caizdir. Şayet güvenilir bir yer değil ise, eğer savaşabilecek kimselerdense bizzat orada ribat yapması caizdir. Ancak düşman onlara üstünlük sağlayıp esir alıp köleleştirmesin diye böyle bir yere aile ve çocuklarını taşıması caiz olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.
[ İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/539.]

25. Ribâtın Fazileti:

Ribâtın faziletine dair bir çok hadis-i şerif vârid olmuştur. Bunlardan birisini Buhârî Seni b. Sa'd es-Sâidî'den şöylece rivayet etmektedir:
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
Allah yolunda bir gün ribât yapmak Allah nezdinde dünyadan ve onun içindeki her şeyden hayırlıdır.
[ Buhâri, Cihad 73; Tirmizî, Fedailu'l-Cihad 26; Musned, V, 339.]

Muslim'in Sahih'inde de Selman'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir:

Rasûlullah (s.a.v.)ı şöyle buyururken dinledim:
Bir gün ve bir gece ribat yapmak, bir ay oruç tutmaktan ve o ay boyunca namaz kılmaktan daha hayırlıdır. (Ribât yapan kişi) bu durumda öldüğü taktirde daha önce yapmış olduğu amelinin de sevabı yazıldığı gibi, ona rızkı da verilir ve kendisini haktan uzakiaştıracaklara karşı güvenlik altına alınır.
Muslim, îmâre 163; Tirmizt, Fedâilu'l-Cihâd 26; Nesât, Cihâd 39; Müsned, V, 441.

Ebû Dâvûd da Sunen'inde Fedâle b. Ubeyd'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
Her ölenin ameli mühürlenir, murâbit müstesna. Onun ameli Kıyamet gününe kadar artınlıp durur ve o ayrıca kabrin fitnecisinden yana emniyet altında tutulur.
[ Ebû Dâvûd, Cihâd 15; Tirmizl, Fedullu'l-Clhad 2; Muaned, VI, 20.]

Bu iki hadisi şerifte ribatın sevabı ölümden sonra kalıp devam edecek amellerin en faziletlisi olduğuna dair delil vardır. Ölümden sonra sevabı devam edecek amellere dair hadis-i şerif de el-Alâ bin Abdurrahman yoluyla bize gelmiştir. el-Alâ babasından o da Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
İnsan öldü mü ameli (nîn sevabı) ondan kesilir. Üç şey müstesna. Cari bir sadaka yahut kendisi ile faydalanılan bir ilim yahut kendisine dua edecek salih bir evlat.
[ Muslim, Vasiyyet 14; Ebû Dâvûd, Vesftya 14; Tirmizl, Ahkam 36; Nesâl Vesâyâ 8; ned, II, 372. ]

Bu, yalnızca Müslim'in rivayet ettiği sahih bir hadistir. Sadaka-i cariye, kendisi ile yararlanılacak itim ve anne babasına dua edecek salih evlata gelince; bunlar da sadakanın sona ermesi, ilmin ortadan kalkması ve çocuğun ölümü ile kesilirler. Ribatın ecri ise Kıyamet gününe kadar kat kat artırılıp durulur. Çünkü (burada) artışın tek manası, ecrin kat kat artırılmasıdır. Bu ise burada sona ermesi ile sona erebilecek sebebe bağlı birşey değildir. Aksine ribat yüce Allah tarafından lütfuyla Kıyamet gününe kadar devam eden bir fazilettir. Çünkü bütün iyi amellerin yerine getirilebilmesi, dinin sınırlarının korunup İslâm şeâirinin uygulanması suretiyle düşmandan sakınıp korunmakla mümkün olur. İşte Allah'ın kişiye sevabını akıtırcasına vereceği bu amel, onun daha önce yapageldiği salih amellerdir.
Bu hadisi İbn Mâce'de sahih bir senet ile Ebû Hureyre'den şöylece rivayet etmektedir:
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
Her kim Allah yolunda ribat yaparken ölürse Allah onun daha önce yaptığı salih amelinin ecri ile rızkını ona verir. Fitnecinin derin fitnesinden yana emniyette tutulur ve Allah, Kıyamet gününde onu korku ve dehşetten yana güvenlik altında olmak üzere diriltir.
[ibn Mâce, Cihad 7]

Hadis-i şerifte ikinci bir kayıt daha vardır ki o da ribat halinde iken ölmektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah dır,
Osman bin Affan'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir. Ben Rasûlullah (s.a.v.)ı şöyle buyururken dinledim:
Her kim Allah yolunda bir gece ribat yapacak olursa bu onun için (gündüzünü) oruçlu ve geceleyin de namaz kılarak geçirdiği bin gün gibi olur.
[ İbn Mûcef Cihad 7; farklı lafızlarla; Tirmizi, Fediitu'l-Cihad 2â; Nesâî. Cihâd 39 ]

Ubey bin Ka'b'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir; Allah İçin müslümanlann zayıf noktalarını arkadan korumak üzere Allah yolunda bir günlük ribatın, Ramazan ayı dışında yüz yıl boyunca oruç tutup namaz kılarak ibadet yapmaktan daha büyük bir ecri vardır. Yine Müslümanların zayıf noktalarını arkadan korumak üzere ecrini Allah'tan umarak Allah yolunda Ramazan ayında bir gün ribat yapmanın, Allah nezdinde ecir itibari ile- zannederim şöyle demişti- bir senelik -orucu ite namazı ile- ibadetten daha faziletlidir. Eğer Allah onu aile halkına sağ salim geri döndürecek olursa, üzerine bin yılın bir günahı dahi yazılmaz, buna karşılık iyilikleri yazılır ve Kıyamet gününe kadar da ona ribat ecri kesintisiz olarak verilir.
[îbn Mace, Cihad 7. el-Munziri: uydurma olduğu açıkça görülmektedir... demiştir, Hadis ile ilgili Zevâid notundan ]

Bu hadis-i şerif Ramazan ayında bir günlük ribai ile ribat yaparken ölmese dahi devamlı olarak sevabının kaydedileceğini göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.
Enes bin Malik'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben Rasûlullah'ı (s.a.v.) şöyle buyururken dinledim; Allah yolunda bir gece koruyuculuk yapmak, bir adamın ailesi arasında bin yıl oruç tutup namaz kılmasından daha faziletlidir. Bir sene ise üçyüz altmış gündür, bin gün de bir sene gibidir.
[îbn Mâce, Cihâd 8. Ravilerinden Sairi b. Hâlid'in uydurma ve munker hadisler rivayet ettiği belirtilmiştir- Hadis ile ilgili Zevâid notundan]

Derim ki: Namazdan sonra bir diğer namazı beklemenin de ribat olduğuna dair rivayetler gelmiştir. Bu şekilde namazları bekleyen kimse için de yüce Allah'ın izni ile bu fazilete ulaşacağı umulur.

Hafız Ebu Nuaym rivayetle der ki:
Bize Süleyman bin Ahnıed anlattı, dedi ki: Bize Ali bin Abdülaziz anlatarak dedi ki: Bize Hatcac bin el Minhal: Bize Ebu Bekr bin Malik de anlattı, dedi ki: Bize Abdullah bin Ahmed bin Hanbel anlattı, dedi ki: Bana babam anlatarak dedi ki: Bana el-Hasen bin Mûsâ anlatarak dedi ki: Bize Hammad bin Seleme, Sabit el Bunanî'den naklen dedi ki: Sabit, Ebu Eyyub el-Ezdî'den o Nevf el-Bikâlî'den o Abdullah bin Amr'dan naklederek dedi ki:
Peygamber (s.a.v.) ile bir seferinde akşam namazı kıldık. Bazı kimseler namazdan sonra ayrılmayıp yerlerinde kaldılar, bazıları da geri döndüler, Rasûlullah (s.a.v.) insanlar yatsı namazına geri dönmeden önce geldi. Hz. Peygamber insanlar huzuruna gelmiş olduğu ve bir parmağını kaldırmış ve yirmidokuza işaret etmek üzere parmaklarını kapatmış olarak; şehadet parmağı ile de semaya işaret ederek elbiselerini dizkapakları etrafında toplamış olduğu halde şöyle buyuruyordu:
Ey müslümanlar topluluğu! Müjdeler olsun size İşte Rabbimiz sema kapılarından bir kapıyı açmış sizinle meleklere karşı övünüyor ve diyor ki:
Ey meleklerim şu kullanma bakınız! Bunlar bir farzı eda ettiler, şimdi de ötekini beklemektedirler.
[ îbn. Mace, Mesâcid 19; Musned, I, 186, 208]

Bunu ayrıca Hammad bin Seleme, Ali bin Zeyd'den o Mutarrif bin Abdullah'tan rivayet ettiğine göre Nevf İle Abdullah bin Amr bir araya geldiler. Nevf, Tevrat'tan söz etti; Abdullah bin Amr da bu hadisi Peygamber (s.a.v.)dan rivayetle nakletti.
Ve Allah'tan korkun yani sizlere takvaya bağlı kalmaksızın cihad emri verilmemiştir.
Ki felah bulaşınız yani felahı ümid edebilesiniz. Buradaki -ihtimal bildireni bulmanız için, anlamına geldiği de söylenmiştir.
Felah ise kalmak demektir Bütün bu hususlara dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresî'nde [ Takva için bk. 2/2. âyet üçüncü başlık; felah için bk. 2/5. âyetin; İhtimal bildiren bu edat için bk. 2/21. âyetin tefsirleri.] yeterince geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.

el-Camiu li Ahkâmi'l-Kur'ân veİ Mubeyyinu Limâ Tedammane mine’s Sünneti ve âyi'l-Furkân adlı tefsirin Ali Imran Sûresi tefsiri Allah'ın lütfü ve yardımı ile burada sona ermektedir. Allah'a hamd olsun.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/539-542
Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır.(Şehid İnşaAllah Malcolm x-Malik El Şahbaz)

Sizi rahatsız etmeye geldim!
Bunu ilk beğenen sen ol.

İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren İslami Forum sitemizde 5651 sayılı kanunun 8. maddesine ve T.C.K'nın 125. maddesine göre tüm üyelerimiz yaptıkları paylaşımlardan kendileri sorumludur. Sitemiz hakkında yapılacak tüm hukuksal şikayetleri bağlantısından bize ulaşıldıktan en geç 3 (üç) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmenlikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve site yöneticilerimiz tarafından bilgi verilecektir.