You need to enable JavaScript to run this app.

Skip to main content

TASAVVUF RİSALESİ

Profesör
TASAVVUF RİSALESİ
‘’Eğer onlar o tarikat üzere istikamet etseydiler, elbette biz onlara çok bol su içirirdik.( çok bol mal ve geniş geçim verirdik). ‘’ (Cin Suresi,16)

Bizim burada ele alacağımız konular: Tasavvufun tarifi, menşei, tarihçesi, Kur’an ve sünnet’den delilleri, ehli tasavvufun halleri gibi konular olacaktır.

TASAVVUF NEDİR?

Lugatta: “Yün giymek” anlamındaki Tasavvuf kelimesinin ıstılahı olarak pek çok tarifi yapılmıştır.

Ayni şekilde bu kelimenin, “Safa” (Safiyet) ve Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz döneminde Mescid-i Nebevi’nin sofasında kalan zahid, hafız-ı Kur’an, alim ve takva ehli sahabiler hakkında kullanılan “Suffe” kelimelerinden geldiği de söylenmiştir.

Hangisi kabul edilirse edilsin, Tasavvuf kelimesinin kaynağının Asr-ı Saadette olduğunda şüphe yoktur.

Her süfi, içinde bulunduğu hale ve döneme göre kendisine daha önemli gelen veya durumun icabettirdiği noktalara ağırlık vererek Tasavvufu tarif etmiştir.

Hatta bu sebepten ötürü, aynı kişinin Tasavvufu birden fazla şekilde tarif ettiğini de görebilmekteyiz.
Ancak burada esas konuya geçmeden önce önemli bir hususun altını çizmek gerekir. Tasavvuf, alıştığımız manada bir “Müsbet bilim” veya İslami anlamda bir “Zahiri ilim” değil de bir “Hal ilmi”, bir “Batıni-ruhi tecrübe” olduğu için, onu tanımanın en sağlam ve gerçekçi yolu, onu tariflerde aramaktan ziyade onu fiilen yaşamaktan geçer.

Bu söylediğimiz, Tasavvuf hakkında yapılan tanımların onu hiç aksettirmediği (yansıtmadığı) anlamına elbette gelmemektedir. Fakat işin özünün bu olduğunu da hatırdan çıkarmamak durumundayız...

Konumuza dönecek olursak; Tasavvuf hakkında yapılan tariflerin ortak bir özelliği vardır. 0 da, hemen hepsinin, Kur’an-ı Kerimden bir yahut birkaç ayete veya Resul-i Ekrem(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in hadis-i şeriflerinden birisine yahut birkaçına dayanıyor olmasıdır.

Örnek olarak burada bunlardan birkaçını zikredecek olursak; Cüneyd-i Bağdadi(Kuddise Sırruhu) ye göre Tasavvuf “Bütün varlıklar ile alakayı kesip, Allah-u Teala ile beraber olmaktır.’’
Onun bu tarifi, Kur’an-ı Kerim’deki şu ayetlerden e benzerlerinden alınmış gibidir:
“Onlar, ne ticaret, ne de alış verişin, kendilerini Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olacağı bir günden korkarlar.”
(Nur Suresi:37)
“Rabbinin ismini zikret ve bütün varlığınla (herşeyi bırakıp) O’na yönel.”
(Müzzemmil Suresi:8 den)
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Son Düzenleme: 28-02-2009, Saat:02:33 PM, Düzenleyen: Reyyan.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Ma’ruf-u Kerhi (Kuddise Sırruhu) ya göre tasavvuf,“Hakikatleri esas almak, insanların sahip olduğu şeylerden ümit kesmektir. Fakr’ı nefsinde tahakkuk ettirememiş olan kimse, Tasavvufun hakikatine ulaşamaz.”

Tasavvuf büyüklerinden Şibli (Kuddise Sırrıhu), buradaki “Fakr’ı şöyle izah etmiştir:
“Varlıklardan istiğna etme (onlara bağlanmama) halini, sadece Hakk’ı gaye edinmek suretiyle gerçekleştirmek.”

Tıpkı tasavvuf gibi Fakr ve diğer Tasavvufi ıstılahlar da, yukarıda belirttiğimiz sebeplerden dolayı farklı şekillerde tarif edilmiştir.

Bu tarif de aşağıdaki ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden alınmış gibidir:

“Gerçek şu ki, insan, kendini kendine yeterli görerek azar.”(Alak Suresi:6-7)

“(Yapacağınız hayırlar), kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşmayan fakirler için (olsun) .“ (Bakara Suresi. 273)

Abdullah ibni Muğaffel (Radıyallahu Anh) dan rivayet edildiğine göre bir adam Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sell em)’e :
“Ya Resulallah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)! Vallahi ben seni seviyorum” dedi. Resul-i Ekrem ona: “Söylediğin söze dikkat et” buyurdu. Adam: “Vallahi ben seni seviyorum” diye mukabele etti ve bunu üç kere tekrarladı. Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu:
“Eğer beni seviyorsan, fakra (fakirliğe) karşı bir zırh hazırla. Çünkü fakrın beni sevene doğru akması, selin, durak yerine doğru akmasından daha sür’atlidir.”
(Tirmizi Zühd:36, No:2350,4/576)

Zünnün-u Mısri (Kuddise Sırrıhu), Ehl-i Tasavvufu şöyle tarif etmiştir.
“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah’ı herşeye tercih etmişlerdir; Allah da onları herşeye tercih etmiştir.”
Bu tarif,
“0, sizi seçti” (Hacc Suresi:78 den) ayetinden alınmış gibidir.

Zira Cafer-i Sadık (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir: “Sıdk, Müchede demektir. Aynı zamanda Allah’ın, senin üzerine başkasını tercih etmediği gibi, senin de Allah üzerine başkasını tercih etmemelidir. Zira Cenab-ı Hak, “0, sizi Seçti” buyurmuştur.” (İmam-: Gazdli, İhyau Ulumi’d-Din, 4/380)

Ruveym (Kuddise Sırruhu), Tasavvufu, “Nefsi, Allah-u Teala’nın muradına teslim etmektir” şeklinde tarif etmiştir.

Bu tarif,
“Allah onlardan razı oldu, onlar da Allahdan razı oldular.”(Maide Suresi:119
) ayetinden ve benzeri ayetlerden alınmıştır.

Cüneyd-i Bağdadi (Kuddise Sırrıhu) ye “Rıza nedir” diye sorulduğunda, “İradeyi kaldırmak‘ ! diye cevap vermiştir.

Kannad (Kuddise Sırruhu), “Rıza, acılığına rağmen kalbin, kaza-i ilahi ile sükünet bulmasıdır” demiştir.

İbn Ata (Kuddise Sırruhu) da şöyle der: “Rıza, kalbin, Allah-u Teala’nın kul için olan kadim iradesine nazar etmesidir. Çünkü kul, Allah’ın, kendisi için en efdal olanı seçtiğini bilir buna razı olarak kızmayı bırakır.” (Ebu Nasr Es-Serac, el-Luma Sh.52)

Tasavvuf hakkındaki tarifler ve geniş bilgiler, İmam-ı Kuşeyri’nin, “Risale”sinde (Sh. 138)ve İmam-ı Sühreverdi’nin, “Avarifu’l Me’arif’inde (Sh, 53) zikredilmektedir.

Şüphesiz burada örnek olması kabilinden zikrettiğimiz tariflerden her biri, Tasavvufun bir veçhesini yansıtmaktadır. Belki Tasavvufu kamil manada tarif edebilmek için, Ehl-i Tasavvuf tarafindan yapılmış bu tariflerin her birini aynı anda ve bir bütün olarak doğru kabul etmek gerekir.

Şu halde Tasavvufu, “Kulun, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) rızasını tek gaye edinerek hayatını Kur’an ve Sünnet’in talimatı (öğretileri) doğrultusunda yönlendirmesi” olarak tarif etmek mümkündür.

Hayatın böyle bir çizgide yaşanabilmesi için elbette Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) ve Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in önce bizden ne istediğini, sonra da bu isteğin nasıl yerine getirilebileceğini bilmemiz gerekir.

"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Kur’an ve Sünnet; neyi nasıl anlamlandırıyor ve neye ne kadar önem ve değer veriyorsa, imanında hassasiyet sahibi mü’minler bunları çok iyi bilmeli ve bunların her birini birer vazgeçilmez ilke olarak hayatına titizlikle intikal ettirmelidir.

Kulun, Kur’an ve Sünnet rehberliğinde tevbe ile başlayan nefis tezkiyesi mücahedesi, (iç alemi arındırma gayreti) İhlas, Takva ve Zühd esaslarına riayetle bir “hayat tarzı” haline gelecek ve salik (bu yola giren kimse), Cenab-ı Hakkın (Celle Celalühü) rızasına ulaşabilmek için hayatının her anında nefsini kontrol altında tutabilmenin gayreti içinde olacaktır, Cenab-ı Hak (Celle Celalühü) şöyle buyurur:
“Muhakkak Allah indinde en değerliniz, en çok takva sahibi olanınızdır.” (Hucurat suresi: 13 den)

Yine şöyle buyurur:
“Nefsani arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara ziynetli (süslü ve çekici) kılındı.
Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır. (Resulüm!) De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi?
Takva sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin) üstünde Allah’ın rızası vardır. Allah kullarını çok iyi görücüdür.” (Ali İmran Suresi 14-15)


Yine şöyle buyurur:
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdır- mana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlaslı kulların müstesna.” (HicrSuresi:39—40)

Yukarıda zikrettiğimiz üç ayet-i kerime Takva, Zühd ve İhlas kavramlarının niçin önemli olduğunu vurgulayan ilahi fermanlardır ve Kur’an-ı Kerim’de bu üç hususun ne kadarönemli olduğunu belirten ayetler elbette bunlardan ibaret değildir. Bunları sadece birer örnek olarak zikrettik. Bu demektir ki, mü’min bir kulun, günlük yaşantısında, ibadetlerinde ve kendisi dışındaki varlıklarla ilişkilerinde bu üç noktaya titizlikle riayet etmesi hayati öneme sahiptir ve işte bunu sağlamak Tasavvufun en temel gayesidir.

Şüphesiz bunun yolu da, nefsi, Ahlak-ı Zemime (kötü huy ve alışkanlıklar)dan arındırmak ve bunların yerine Ahlak-ı Hamideyi (ilahi rızaya uygun alışkanlıkları) ikame ederek olgunlaştırmak; kalbi, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) nazar ve iltifat edeceği bir tecelligah haline getirmek ve ilahi emir ve yasaklara en ince noktalarını gözeterek riayet etmeye çalışmaktan geçer.

Burada nefsin arındırılıp olgunlaştırılması ve kalbin temizlenmesi olarak ifade ettiğimiz iki faaliyet, günümüzde alabildiğine ihmal edildiğini üzülerek gördüğümüz hususlardır.

Oysa Kur’an ve Sünnet’e baktığımızda bunların zaruret derecesinde önemli görevler olduğunu görmekteyiz.
Cenab-ı Hak (Celle Celalühü) şöyle buyurmaktadır:
“Gerçek şu ki, iyice temizlenen, Rab- binin adını anıp, O’na kulluk eden kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (A’la Suresi:14-15)

Aynı doğrultudaki bir diğer ayet-i kerimede de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Muhakkak kim nefsini tertemiz yaparsa kurtulur. Kim de onu kötütüklere gömerse hüsrana uğrar.” (Şems Suresi:9-IO)

İşte bu ayetlerde kurtuluşun şartı olarak belirtilen “Temizlenme” veya “Nefis temizliği’’ Tasavvuf dilinde adına “Nefis tezkiyesi” denen faaliyettir ve bu faaliyet, Tasavvufun gerçekleştirmeyi gaye edindiği en temel hususlardan birisidir.
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Bir diğer ayet-i kerime:

“0 gün ne mal fayda verir, ne de evlat! Ancak Allah’a temiz bir kalp ile gelenler (kurtulur) .“(Şu ‘ara Suresi:88-89,)

Bu ayet-i kerimede kulu ahirette kurtaracak olan bütün amel ve davranışların, neticede kalbin selametine bağlı olduğu ve kalp selameti kaybolduğu zaman ne malın, ne de evladın kişiye herhangi bir fayda vermeyeceği beyan buyurulmaktadır.

Burada anlatılan kalp, Allah-u Teala’ya ve O’nun emrine teslim olmuş kalptir. Bu kalpte Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) emirlerine muhalefetin eseri kalmaz.

Zira bu öyle bir kalptir ki, masiva (Allah-u Teala’nın gayrın)dan salim olmuş (kurtulmuş)tur. Rabbinden başkasınımurad etmez, Rabbi-nin emrettiklerinden başkasını işlemez.

Onun tek gayesi Allah-u Teala’dır, O’nun emri ve Şeriatıdır.Hiçbir şüphe bu kalp ile Allah-u Teala’nın emirleri arasına giremez.

Kalp böyle bir duruma geldiği zaman şirkten, günahlardan, bid’atlerden, batıl olan herşeyden arınmış, selamet bulmuş demektir.

Böyle bir kalbe sahip olan kimsenin bütün ahvali, sözleri, amelleri, zevkleri, zahir ve batın bütün fiilleri Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in nuru ile selamet bulmuş demektir.

Numan ibni Beşir(Radıyallahu Anh)dan rivayete göre, Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz de, bedenin diğer azalarının selametinin kalbin selametine bağlı olduğuna ve ancak kalbin ma’siyetlerden arındırılması halinde diğer azaların görevlerini hakkıyla yerine getirebileceğine dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:
“Dikkat edin! Vücutta küçük bir et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün beden iyi olur, o bozulursa bütün beden bozulur.
Dikkat edin, 0 kalptir!”(Buhari, İman:37, No:52, 1/28, Müslim, Müsakat:20, No: 1599,3/12 19)


Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Bu ayet ve hadisler ile benzeri muhtevadaki nasslarda zikredilen “Kalp selameti” nasıl sağlanacaktır?

Buna şöyle cevap vermek mümkündür:
Kalp selameti ancak kulun, nefsini her an muhasebeye tabi tutması ve gerek kalbin gerekse diğer azaların amellerinin devamlı surette murakabe altında bulundurulması ile mümkün olur.
Bu murakabede Şer’i emir, yasak ve taysiyeler esas alınacak ve bunlara uymayan şeyler terkedilerek bu suretle ameller ıslah edilecektir. Azaların amellerini “Fıkh-ı Zahir” dediğimiz Fıkıh İlmi, kalbin amellerini ise “Fıkh-ı Batın” dediğimiz Tasavvuf İlmi şekillendirir, tanzim ve ıslah eder.
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) dan rivayet edilmiş olan Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in şu hadis-i şerifı, hem kalbin, hem de azaların amelleri hususunda, herhangi birisini diğeri uğruna ihmal etmeksizin aynı ölçüde hassasiyet göstermenin önemini oldukça çarpıcı biçimde dile getirmektedir:

“Muhakkak Allah Teala sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat ancak sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”(Müslim, Birr:1O, No:34, 4/198 7)

Bu yoldakulun hiçbir zaman hatırdan çıkarmaması gereken şey, Yüce Yaratıcı’nınkendisini her an görmekte ve yaptığı her işin amel defterine kaydedilmekte olduğu gerçeğidir.



“Elbette Rabbin, gözetleme yerindedir(her an kullarının yaptıklarını gözetlemektedir).” (Fecr Suresi: 14)


Yine bu yolun yolcusu, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü), kendisine kendisinden bile yakın olduğu, kalbinden geçirdiği en küçük bir dilşünceyi dahi hakkıyla bildiği gerçeğinin şuuruyla hareket edecektir.

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona fısıldadıklarını da biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf Suresi:16) ayetini her an benliğinde hissederek, atacağı her adımda ve yapacağı her işte ilahi murakabe altında olduğunun farkına varmak, Tasavvufun insanda oluşturmayı hedeflediği şuur halinin bizzat kendisidir.

Nerede ve ne halde olursa olsun kendisini Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) her an görmekte olduğunu ve her an kendisiyle beraber bulunduğunu bilmek, kişiyi yasaklara ve kötülüklere dalmaktan uzak tutan en önemli noktadır.

Cenab-ı Hak (Celle Celalühü) şöyle buyuruyor:
“Her nerede olursanız olun, 0 sizinle beraberdir.” (HadidSuresi:4 ten)

Bir mü’minin, yaptığı her işte ve attığı her adımda Rabbinin kendisi ile beraber bulunduğunun ve kendisini her an görmekte olduğunun şuuruna varması, kalp selameti ve ruh inkişafi bakımından varılabilecek en üstün noktadır ki, Tasavvufun insana kazandırmayı hedeflediği ruh düzeni ve “Hal” de işte budur!

Hayatını böyle bir şuur seviyesinde yaşamayı başarabilmiş insan, ilahi rızaya nail olma bahtiyarlığına ermiş, Kur’an ve Sünnet- ‘in arzuladığı gerçek “İnsan” olma vasfinı hakkıyla elde etmiş demektir.

Bu “Hal”in, Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafindan İhsan olarak ifade buyurulduğunu görüyoruz.

Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen “Cibril Hadisi” diye bilinen ünlü hadiste Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), İman ve İslam’ı tarif ettikten sonra Cibril (Aleyhisselam)ın:

“İhsan nedir?” şeklindeki sorusuna şöyle cevap vermiştir:
“ihsan, Allah’a, O’nu görüyormuşçasina ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu göremiyorsan da, muhakkak 0 seni görüyor.” (Buhari, İman:3, No/50,l/27, Müslim, İman:1, No:8, 1/36)
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Yukarıda ‘’Takva’’, ‘’İhlas’’ ve ‘’Zühd’’ olarak üç madde halinde zikrettiğimiz hususları bire indirmek ve bunları ‘’Takva’’ kelimesinin bünyesinde toplamak da mümkündür.

Zira hakkıyla riayet edildiği zaman Takva, hem diğer iki noktayı, hem de Tasavvufi lisandaki diğer ıstılahları bünyesinde toplayan birtabir olarak manalandırılabilir. Bu da insanı “ihsan” makamına ulaştıran yegane yoldur.

Kişi ihsan makamına ulaştığı zaman, her türlü ibadetinde ve halinde Allah-ü Teala’yı yanında hissedecek, O’nu görüyormuşçasına O’ndan çekinecek ve ma’siyetten kaçınıp, masivayı terk edecektir.

Çünkü kişinin, her anında Cenab-ı Hakk’ı yanında hissetmesi, O’ndan başka herşeyden yüz çevirmesine sebep olur. Bütün varlığıyla O’na yönelen kul, giderek “Müşahede” (Allah-ü Teala’yı görür gibi olma) makamına ulaşır.

Bu makamda kul yaptığı her amelinde, kalbiyle Allah-ü Teala’yı müşahede eder. Bu makam, kalbin iman nuru ile nurlandığı, basiret gözünün açıldığı ve giderek gaybın (gizlinin) o kimseye ayan (açık) olduğu bir makamdır ve bu makam, yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şerifte işaret buyurulan “İhsan” makamıdır. (İbni Receb-i Hanbeli, Camiu’l-Ulum ve’l-Hikem,34)


Pek çok Tasavvuf büyüğünün belirttiği gibi, Tasavvuf, kuru izahlardan, sun’i ihtilaflardan ve nazarı bilgiler yığınından ziyade, bizzatyaşanarak tahakkuk ettirilen ve tadılan bir “Hal” dir.

Bunu söylemekle, zahiri ve nazan bilgilerin önemsizliğini anlatmak istemiyoruz. Tabii ki bunlar da ihmal edilemez ve küçümsenemez bir öneme sahiptir. Ancak özellikle günümüzde dikkatlerden kaçmayan nokta, İslami emir ve yasakların adeta yalnızca zahiri ve şekli olarak yerine getirilmesiyle yetinilebileceği şeklinde hatalı bir anlayışın zihinlerde yerleşmekte olduğudur.

Bir örnek verecek olursak:

Namazlanını aksatmadan kılma gayretinde olan pek çok kimse, namazın şekli unsurlarını ve fıkhi gereklerini yerine getirdiği zaman, bu ibadeti Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) muradına uygun olarak eda ettiği kanaatini taşır.

Oysa, “Namazlarında huşu’’ içinde olan mü’minler, muhakkak ki onlar kurtuluşa ermiştir.”(Mü’minun Suresi:1-2) ayeti, namazda huşu’ içinde olmanın, kurtuluşa eren mü’minlerin temel bir özelliği olduğunu net olarak bildirmektedir.

0 halde kurtuluşa eren mü’minlerden olabilmek için, (namazda riayet edilmesi gereken diğer hususlar yanında) namazı huşu’ içinde eda etmek de kaçınılmaz bir borç olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bir başka örnek daha verecek olursak;
“Mü’minler ancak, Allah zikredildiği zaman kalpleri titreyen... kimselerdir.”(Enfal Suresi:2 den)

Bu ayette mü’minlerin temel özelliklerinden biri daha zikredilmektedir.
Şu halde “Amentü esasları” dediğimiz ilkelere inandığını kuru kuruya söylemek yeterli olmayacaktır. Bir kimsenin, bu esaslara Cenab-ı Hakkın (Celle Celalühü) arzu ettiği tarzda inandığını söyleyebilmesi için, bu ayette belirtilen “Hal”e ulaşması da bir mecburiyet olarak ortaya çıkmaktadır.

Allah-u Teala bu dostlarının makamına şu ayet-i kerimesiyle de işaret etmiştir.
“Allah (Celle Ceidluhu), kelam’ın en güzelini, (ayetleri) birbirine benzer (ahenkli) ve ikişer ikişer (zihinlerde yerleşsin için bazı kıssaları, emirleri ve yasakları tekrarlanmış olan) bir kitap halinde indirdi.
Rablerinden korkanların derileri (o kitaptaki tehditlerin karşısında) ondan ürperir, sonra da (güzel müjdeleri ve rahmet ayetleri önünde) derileri ve kalpleri, Allah‘ın zikrine karşı yumuşar.
İşte 0 (Kur’an), Allah’ın (gönderdiği) bir hidayet (rehber) idir ki, O’nunla dilediğini hidayete kavuşturur. (Kendisinin sapıklığı seçmesi sebebiyle) Allah’ın saptırdığını ise birhidayet edici (doğru yola alıcı) yoktur.” (Zümer Suresi: 23)


Allah’a iman şuuru, Allah (Celle Celalühü) zikredildiği zaman kalbi titreme alıyorsa, bedeni bir ürperti sarıyorsa, ancak o zaman gerçek anlamına kavuşmuş olacaktır.

İşte Tasavvuf, bu örneklerde ortaya koymaya çalıştığımız ve daha pek çok ayet ve
hadiste başka veçheleri zikredilen “Hal’’in bir bütün olarak insan hayatında tahakkuk etmesini hedefleyen bir nizamdır.
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
TASAVVUF EHLİNİN KUR’AN VE SÜNNETTEN

İSTİNAD ETTİKLERİ DELİLLER





Mevla Teala İsa (Aleyhisselam) ın ümmeti hakkında:

“Onların (yeni bir adet olmak üzere) icad ettikleri Ruhbanhığa (gelince): Onu üzerlerine biz farzetmedik. Ancak (onlar bunu sırt) Allah’ın rızasını aramak için yaptılar.
Fakat buna hakkıyla riayet de etmediler. Biz de içlerinden iman edenlere mükafatlarını verdik. Onlardan bir çoğu ise fasık (doğru yoldan çıkmış) kimselerdir.” (Hadid Suresi: 27 den)
buyurmaktadır.

Büyüklerden bazısının beyanına göre Allah-u Teala’ya yakınlık için evliyaullahın ortaya koydukları tarikat kaidelerinin tamamı, Peygamberlerin Allah’ın emriyle getirdikleri şeriata dahildir.


Çünkü Mevla Teala bu ayet-i celilesinde, İsa (Aleyhisselam) ın ümmetinin icad ettikleri Ruhbanlık yolunu tenkid etmeyip kabul etmiş, kendilerine lazım kıldıkları yola riayet edenlere ecirlerini vereceğini vaadetmiş, ancak tuttukları yola devam etmeyerek riayetsizlik gösterenleri ayıplamış ve onların fasık olduklarını bildirmiştir.

Şu kadar varki Mevla Teala onlar hakkında kullandığı bidat ismini bu ümmet hakkında kullanmayıp, bizlere şeref vermek için ümmetin güzel gördüğü sünnet isimini münasip görmüştür.

Nitekim:

Cerir İbn-i Abdillah (Radıyallahu Anh) dan rıvayete göre, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

“Bir kimse, islamda güzel bir sünnet ortaya koyar (çığır açar) da, kendisinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye o sünnetle amel edenlerin ecri kadar sevap yazılır, amel edenlerin ecirlerinden de bir şey eksilmez.
Ve her kim, islam’da kötü bir çığır açar da kendinden sonra onunla amel olunursa, bununla amel edenlerin günahı kadar o kimseye günah yazılır, amel edenlerin günahlarından da bir şey eksilmez.” buyurmuştur. (Müslim, İlim:6, No:1017, 4/2059, Zekat:20, No: 1017, 2/704, Tirmizi, İlim:15, No:2675, 5/43 İbn-i Mace, Mukaddime: 14, No:203, 1/74)


Görüldüğü gibi bu hadisi şerifte Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “Güzel bir bidatuyduran” buyurmayıp, “Güzel bir sünnet icad eden.” buyurarak, güzel olan şeyleri ortaya çıkartmamıza müsaade etmiş, ona sünnet ismini vermiş, onu başlatana ve kıyamete kadar onunla amel edenlere de ecir vaadetmiştir. Bundan dolayı Ariflerin (Allah’ı bilenlerin), şeriatın açıkça emretmediği zikir ve ibadetlerden ortaya koydukları bütün vazifeler, açık bir sünnete zıt düşmedikçe “Bidat” sayılmayacağı gibi aksine “Güzel bir sünnet” sayılır.

Dolayısıyla tasavvuf ehlinin başlarını traş etmeleri, az yeyip az uyuyarak riyazat yapmaları, zikre devamları, uzlete çekilmeleri gibi bütün yaptıkları, bir takım hikmetli işlerdir ki Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) herkesin dayanamayacağını bildiği için hak yola sülük etmiş özel dostların bu tarikatlarını umum insanlara açıklamamıştır. Bunun için bu manevi yol sıradan müslümanlara vacip olmaz. Bu ayet-i celile ve hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) inaçık bir ifadesi olmamakla birlikte meşayıhın yolu Allah-u Teala’dan alınmadır.

Resulullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ümmetine istinan (güzel sünnetler ortaya koyma) kapısını açmasaydı meşayıhtan hiçbiri kendiliğinden bir hüküm çıkarmaya cesaret edemezdi.

Diğer bir ayet-i celilesinde de MevlaTeala:
“(Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve minhac tayin ettik.” (Maide Suresi:48 den) buyurmaktadır.

Fahrurrazi, Hazin, Alusi ve Ebussuud tefsirlerinde zikredildiğine göre, Ayet-i celilede geçen: (şir’ate) kelimesi, şeriat manasındadır.

Şeriat’ın aslı ise, beyan ve izhar (açıklamak ve izah etmek) manasında olan: (şer’a) mastarıdır.
Bu kelimenin bir şeye başlamak manasında olan: (şuruu) mastarından alındığı da söylenmiştir. Arapçada şeriat, insanların su içmek için girdikleri yol anlamındadır.

Buna göre şeriattan maksat: Allah-u Teala’nın kullarına girmelerini emrettiği dindir.

Su, fani hayata sebep olduğu gibi, din de ebedi hayata sebep olduğundan şeriat diye adlandırılmıştır.

Ya da şeriat, kendisini kullananı, görünen kirlerden temizleyen suyun yolu olduğu gibi din de kendisiyle amel edeni manevi kirlerden temizlediği için şeriat kelimesi din manasında kullanılmıştır.

Diğer bir görüşe göre: Şeriat, açık olsun olmasın mutlak olarak yol manasında olup, sonra dine kavuşturan tarikat-ı ilahiye (Allahın yolu) anlamında kullanılmıştır. Minhac ise, açık ve geniş yol demektir.

Alimlerden bir kısmı, ayet-i kerimede geçen “Şir’at” ve “Minhac” lafızlarının aynı manaya geldikleri halde tekid (söze kuvvet vermek) için tekrarlandıklarını, ikisinden de maksadın din olduğunu söylemişlerdir.

Diğer bir takım ulema ise, bu iki kelime arasında ince bir fark bulunduğu görüşündedirler, şöyle ki: “Şeria”t, Allah’ın, kullarına uymalarını emrettiği din, “Minhac” ise, o şeriata ulaştıran açık yol demektir.

İmam-ı Müberrid (Rahimehullah) a göre, “Şeriat” yolun başlangıcı, “Tarikat” ise dosdoğru devam edip giden yoldur. Bir kısım ulema şöyle demişlerdir: “Şir’at” mutlak manada şeriat, “Tarikat” ise, şeriatın rne-krimi (bütün güzellikleri) dir ki “Minhac” tan murat da tarikattır. Buna göre “Şeriat” evvel (yolun başı), “Tarikat” ise yolun sonudur. (İmam-, Fahrüddin er-Razi, Mefatihu’l -Gayb, 12/12)

Müfessirlerin imamı olan Fahrurrazi (Rahimehullah) Hazretlerinin şeriat ve tarikat hakkında naklettiği bu görüş, tarikatı inkar edenler hakkında ehli tarik için büyük bir hüccet (delil)dir.
Diğer bir manaya göre “Şeriat” peygamber, “Minhac” ise kitaptır.

İbni Abbas (Radıyallahu Anhuma) nın buyurduğuna göre, “Şir’at” sünnet, “Minhac” ise yoldur.

İmam-ı Katade’nin beyanına göreyse, “Şir’at” yol, “Minhac” ise sünnettir.

Ruhu’l-Beyan sahibi İsmail Hakkı (Rahimehullah) Hazretleri okurlarına şöyle hitabetmiştir: “Şeriatın zahiri ile meşgul olman tamamlanınca tarikata çok iyi çalış, çünkü o, şeriatin batını (içi) dir ve halis akıl sahiplerine uy.

Her nebinin bir şir’at ve minhacı (şeriatı ve sünneti) olduğu gibi, her velinin de hususi bir tarikatı vardır. Onların yolundan sapan muhakkak ki hak yoldan sapmıştır.” (Ismail Hakkı Bursevi- Ruhu’l -Beyan, 2/40 7)
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
TASAVVUFUN TARİHÇESİ


Bir önceki kısımda da belirttiğimiz gibi Kur’an-ı Kerim, insan nerede olursa olsun Allah-u Teala’nın onunla beraber olduğunu haber vermektedir. Yine Kur’an-ı Kerim Allah-u Teala-nın insana şah damarından daha yakın olduğunu belirtmektedir.

Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim, insanları nefsin ve şeytanın aldatmalarına, tuzaklarına karşı ısrarlı bir şekilde ikaz etmekte ve gaflete düşmemenin yollarını göstermektedir.

Burada örnek olarak birkaç ayet-i kerime zikredelim:
“Allah’ı unutan ve bu yüzden de Allah’ın onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerdir.”(HaşrSuresi:19)

Bu ayette geçen ''Allah’ı unutma” tabirinin, Kur’an’a aldırmayan ve Allah-u Teala’nın hükümlerini önemsemeyen kimselerin tavrını ifade ettiği söylendiği gibi, Allah Teala’yı zikirden sarf-ı nazar eden, O’nun emir ve nehiylerine gereği gibi riayet etmeyen kimselerin kastedildiği de söylenmiştir.

Kişinin bu yaptığına karşı Allah-u Teala’nın ona kendisini unutturması da, kişiye, kendisine fayda verecek ameller yapma başarısı vermemesi yahut kıyamette kendisine göstereceği dehşetli sahneler ve azap sebebiyle kendi nefsini unutturması (aklını başından alması) olarak tefsir edilmiştir. (İmam-ı Zeccac, Ma‘ani‘l-Kur’an, 5/749; Ebussuud, İrşadu ‘l-Aklis-Selim, 8/232)

“Kim Rahman’ın zikrinden gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.”(Zuhruf suresi:36)

Bu ayetteki “Zikru’r-Rahman” (Rahman‘in zikri) tabiri Kur’an-ı Kerim’i ifade edebileceği gibi, Allah-u Teala’yı zikretmeyi de ifade edebilir.

Eğer Kur’an-ı Kerim’in kastedildiği görüşü benimsenirse, Allah-u Teala’yı zikretmeye teşvik ile ilgili Kur’an ayetleri de bu anlamın muhtevasına gireceğinden, sonuçta yine değişen birşey olmayacaktır.

Yani Kur’an-ı Kerim’in muhtevasından gafil olan kimse, onun içindeki zikir ayetlerinden de gafil kalmış demektir. Dolayısıyla yine bu ayetin muhatabı olmaktan kurtulamayacaktır.

Eğer yukarıdaki tabirin, Allah-u Teala’yı zikretme anlamına geldiği görüşü tercih edilirse, zaten bu ayet maksada doğrudan doğruya delalet ediyor demektir. (Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Gayb, 26/212; Alusi, Ruhul-Ma’ani 25/80)
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Bir diğer ayet-i kerime:
“İman edenlerin Allah’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar! Onların üzerinden uzun zaman geçti de, kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (HadidSuresi:16)

Buayetin nüzul sebebi olarak nakledilen rivayetler arasında, konumuz açısından ilginç bir husus vardır: Rivayet edildiğine göre Medine’ye hicretten sonra Sahabe arasında, maddi durumlarının iyileşmesi ve refaha kavuşmaları sebebiyle mizah ve gülmenin çoğalması üzerine bu ayet-i kerime inmiştir.

Ayet indiğinde Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz:
“Muhakkak ki Allah Teala sizin huşu‘unuzu yeterli bulmadı.” (Kurtubi el-Cami’ li Ahkami’l-Kar’an, 17/240, Müslim, Tefsir:1, No:3027, 4/23 19) buyurmuştur.



Yine bu ayetin nüzulü hakkında Abdullah ibni Mes’ud (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:
“Bizim İslam’a girmemiz ile Allah-u Teala’nın bizi bu ayet ile muaheze buyurması arasında dört seneden fazla bir zaman geçmedi.”
Zahidlerin önderlerinden Abdullah ibni Mübarek ve Fudayi ibni İyaz, bu ayet vesiylesiyle zühd hayatına başlamışlardır. Burada bu zühd ve takva önderlerinin başlarından geçen olayları zikretmeyi faydalı buluyoruz:
Müfessir Kurtubi’nin, senediyle naklettiğine göre Abdullah ibni Mübarek şöyle demiştir: “Ağaçların meyveye durduğu bir mevsimde, arkadaşlarımla birlikte bahçemizde idik. Yedik, içtik, derken gece oldu ve uyuduk.
Ben (o zamanlar) ud ve tanbur çalmaya düşkün idim. Gecenin bir vakti, “Raşine’sSeher” makamında birşeyler çalmak için kalktım. (Yanımda bulunan) Sinan (isimli bir arkadaşım da) şarkı söyleyecekti.

Birden bir kuş başımın üzerinden ağaca uçtu. Ud elimdeydi, ancak istediğim sesi vermiyordu. Birden tıpkı insanın konuştuğu gibi konuştu ve şöyle dedi:

“İman edenlerin Allah’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kaLplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?” Kendi kendime “Evet Vallahi!” dedim. Ud’u kırdım ve yanımda bulunanlardan ayrıldım.”

Yine Kurtubİ, Fudayl ibni İyad’ın zühd hayatına başlamasına vesile olan olayı da şöyle nakletmektedir: “Fudayl ibni İyad bir kadına aşık olmuştu. Bir gece buluşmak üzere kendisiyle randevulaştı. Randevuya gitmek için bir duvarı tırmanırken birisinin:

“İman edenlerin Allah’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?” dediğini duydu. Bunun üzerine, “Evet Vallahi! Zamanı geldi” diyerek gerisin geriye döndü.

“İman edenlerin Allah’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?” dediğini duydu. Bunun üzerine, “Evet Vallahi! Zamanı geldi” diyerek gerisin geriye döndü.

Mevla Teala’nın, şeytana uymaktan nehyettiği bir ayet-i kerime de“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan (rızık) ların helal ve temiz olanlarından yeyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır. 0 size ancak kötülüğü, çirkin işleri ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”(Bakara Suresi:168-169) ayeti-i celilesidir.

Mevla Teala, nefsin zemmi hakkında da: “Nefis, aşırı şekilde kötülüğü emreder.”(Yusuf Suresi:53) buyurmaktadır.
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Burada işaret ettiğimiz ayetler ve benzerlerinin, insan hayatında oluşturduğu en büyük etkiyi, hiç şüphesiz ki öncelikle Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in yaşantısında görmekteyiz.

O’nun manevi ve ruhi hayatı ile yüce ahlaki, ümmeti için en büyük rehberdir. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği şöyle ifade etmektedir:

“Andolsun ki, Resulullah’ta sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab Suresi:21)

Hadis kitaplarında, Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in ibadete düşkünlüğü, tevazuu, insanlara yumuşaklıkla muamelesi, fedakarlığı, cömertliği, sabrı, şukru ve diğer yüce hasletleri uzun uzadıya anlatılmıştır.
Biz burada teberrüken bunlardan birkaçına örnek teşkil eden bazı rivayetleri zikredeceğiz.

Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in ibadete düşkünlüğünü gösteren bir rivayet:
“Hz. Aişe validemiz (Radıyallahu Anha) dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:

“Resulullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) namaz kıldığı vakit,ayakları patlayacak derecede ayakta dururdu.”
Aişe validemiz: “Ya Resulallah! Senin geçmiş ve gelecek bütün günahların bağışlandığı halde yine bunu mu yapıyorsun?” demiş.

Bunun üzerine (Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz), “Ya Aişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?”buyurmuştur.”(Müslim, Sıfatu’l-Münafikun:18, No:2820, 4/2172, Buhari, Teheccüd:6, No:1078, 1/380)


Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in tevazuunu anlatan bir rivayet:
“Ebü Umame(Radıyallahu Anh) dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: “Resulullah (Sallallaha Aleyhi ve Sellem) in sözü Kur’an idi (Kur’an’dan ayetler okuyarak konuşurdu).
Allah’ı çok zikreder, kısa (ve öz) konuşur, namazı uzatırdı. Bir yoksulla, bir zayıfla gidip işlerini görmekten arlanmaz, kibirlenmezdi.”(Taberani El-Mu’cemü’l-Kebir, No:8 103, 8/287)


Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
Efendimiz’in insanlara yumuşaklıkla muamele ettiğini anlatan bir rivayet:
Hz. Enes (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir: “Resul-i Ekrem’e (Sallalahu Aleyhi ve Sellem) On sene hizmet ettim. Bana asla “Öf!” bile demedi. Yapmadığım birşey için bana “Niçin yapmadın?” ve yaptığım birşey için de “Niçin yaptın?” demedi.”(Müslim Fezail:13, No:2309, 4/1804, Ebu Davud, Edep:l, No:4774, 2/661)

Hadis kitaplarının “Zühd”, “Rekaik”, “Adab”, “Fezail” gibi bölümlerinde ve “Şemail” türü kitaplarda Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in ahlaki, tavır ve davranışları, alışkanlıklan, insanlarla ilişkileri uzun uzun anlatılmaktadır. Onun için bu konuda sözü daha fazla uzatmayı gereksiz görüyoruz
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.

İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren İslami Forum sitemizde 5651 sayılı kanunun 8. maddesine ve T.C.K'nın 125. maddesine göre tüm üyelerimiz yaptıkları paylaşımlardan kendileri sorumludur. Sitemiz hakkında yapılacak tüm hukuksal şikayetleri bağlantısından bize ulaşıldıktan en geç 3 (üç) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmenlikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve site yöneticilerimiz tarafından bilgi verilecektir.