You need to enable JavaScript to run this app.

Skip to main content

MiLLiYeTÇiLiK ve İsLaM DeVLeTLeRi

MiLLiYeTÇiLiK ve İsLaM DeVLeTLeRi

Yeni Üye
MiLLiYeTÇiLiK ve İsLaM DeVLeTLeRi
İslam dünyası bugün milli devletler olarak bölünmüştür ve galip bir ihtimalle bu durum tersine çevrilmeyecektir. (28) Söz konusu olan sadece önemli politik bir olay değil aynı zamanda İslam doktrini ve hatta onun realitesi ve geleneksel uluslararası konsepsiyonunun uygulanabilirliğine de teorik tesislerde bulunan bir fenomendir.

Her iki dünya savaşının derin tarihi kesintilere sebep oldukları konusunda bir görüş birliği var. 1914-1918 savaşı, Wilson'un hakların kendi kendilerini yönetmeleri hukukuyla ilgili beyanatından sonra Arap ülkelerinin ahlaki düzeyde Osmanlı İmparatorluğu'ndan kopmalarına sebep olan önemli siyasi değişikliklere yol açtı. Türk İmparatorluğu'ndan kopmuş üyelerle hemfikir olan Batı'nın yanıltmasını takiben hilafetin 1924'de ortadan kaldırılması bir takım ızdıraplara yol açarken, milliyetçi prosesin de başlamasına zemin hazırladı.

Batı emperyalizminin uzlaşmaz tutumu ve daha sonra komünist devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte başlayan ideolojik tartışmalar bu hareketi hızlandırdı. Birinci Dünya Savaşı Arapları Türk hakimiyetinden kurtarmış; İkinci Dünya Savaşı ise milliyetçi görüşleri besleyerek İslam ülkelerinin büyük bir kısmının yavaş yavaş Avrupa yönetimi altına girmesini sağlamıştı. Burada, görünüşte "milliyetçiliği kesin bir şekilde ortadan kaldıran" İslam kardeşlik ve üniversalizme rağmen bu olayların İslam'la nasıl bağdaştırıldığı sorusunun sorulması gerekmektedir.

Milli kimlik ispatı İslam'ın ortaya çıkışıyla sıkı sıkıya bağlantılı olduğu için ilk hareketler, özellikle yeni bir panislamizm çerçevesi içinde ümmet birliğinden yana tavır koyan bilhassa Afgani gibilerin reformist teorilerinin gölgesi altında gelişti. Belli tarihi şartlar maddi olayların seyrini de değiştirdi. İslam dinamik bir unsur olarak gösterildi ve milliyetçilik, halk iddiasında bulunan kuvvetlerin ağırlık kazanmasına yol açan halk dinine sırtını dayayan bir kitle hareketine dönüştü. Özellikle üniversalist olan İslam, manevi birlik, kendini tanımlama ve bir kaynaşma unsuru olan "ideoloji" birliği hemen şekil değiştirebilecek temel bir öğe teşkil ettiğinden milliyetçiliği destekledi. Belli bir bölgeyi kapsamış da olsa milliyetçilik başlangıçta dini bir görünüm arzetti. (29) Siyasi faaliyet ve milliyet davası, bütün tarih boyunca uyuşum sağlamak zorunda olduğu geçici olayları onaylayan İslam'ın manevi yönüne bağlandı.(30)

His, realite ve doktrinlerden meteşekkil üçlü bakış açısı içinde milliyetçiliğin hem destekçisi, hem de köstekçisi gibi değerlendirilen panislamizm üzerinde biraz durmamız gerekecektir. Bir fenomenle ilgili güdük fikri büyük yanlışlıklara neden olabilir. "Panislamizm", manevi birlik ve bazen de Batı'ya karşı Müslümanların müdafaası ve kimlik ispatı ihtiyaçlarına cevap verme amacı taşıyan ateşli makalelerle haşmetine kavuşturulmuş bir hilafeti yeniden tesis etmek gibi muğlak fikirlerden pek de farklı bir şey olarak sunulamadı. Dini, dışa karşı bir dayanışma ve ideolojik meydan okuma aracı, kimi zaman da Avrupa kurum ve kavramlarının istilasına karşı bir engelleyici gibi kullanan panislamizm, Batılılarca "reaksiyoner" ve "fanatik" olarak değerlendirildi.

19. Yüzyılın son çeyreğine Sultan Abdulhamid bu hareketin karmaşık delillerini imparatorluğun eyaletlerindeki separatist hareketleri ve keza kendi otoritesini tehdit eden liberal akımları bastırmak için kullandı. İslam tarafından empoze edilen din kardeşliğinden oldukça uzaklaşmış -ama mesela Suudi Arabistan Kralı Faysal tarafından özellikle kullanılmış - bulunan ince bir siyaset ve taktikle panislamist dayanışma teorisini destekledi. Avrupa acil çıkarlarına uygun düşecek şekilde bu doktrin üzerinde oynamaya başladı. Sultana fevkalade manevi bir güç atfederek, hilafeti Ortaçağ Hıristiyanlığındaki papalığa benzetmeye çalışan Batı, zımmi Hıristiyan azınlıklar Osmanlı İmparatorluğu'nun içişlerine karışmak için bir bahane olarak kullandı.

Hilafetliğin 1924'de ilga edilmesi siyasal İslam birliğinin bütün ümitlerini kısa sürede boşa çıkarttı. Panislamizm bütün cephelerde zaten mücadele veriyordu. 1914'de kurulmuş bulunan İslam Haber Ajansı, Batı basının güçlü ve sistemli boykotları sebebiyle ancak kısa bir süre ayakta kalabildi. Dahası henüz kurulmuş olan Milletler Cemiyeti onu rekabetçi ve aşırı milliyetçi bir organizasyon olmakla suçlamıştı. Hareket, başlangıçta ne kadar rağbet görmüş olursa olsun, Avrupa'nın çıkarlarına ters düştüğü için başarısızlığa mahkumdu. Diğer yandan özellikle Arap dünyasında seperalist duyguların ortaya çıkması, bunların hegemonya iddiaları ve İslam ülkelerinin ortak çıkarlarına ters düşmeleri; panislamist programın gerçekleşmesini engelleyen ekonomik ve finans problemleri de bu başarısızlığın sebepleri arasında gösterilmelidir.

Her şeyden önce İslam reformcuları, bütün Müslüman halkları eşitlik bazında birbiriyle kardeş bir ümmet halinde birleştirme amacı güden Kur'an Vahyi'nin ruhuna ters düştüğü iddiasıyla milliyetçi hareketleri şiddetli bir şekilde tenkid ettiler. Yine de onlarla müttefik olabileceklerini kaydederek, modern İslam'a ihtiyaç duyduğu siyasi boyutu kazandırabilecek kabiliyete sahip oldukları düşüncesiyle muvakkat bir hüsn-ü kabul gösterdiler.

Bu noktada mesele üç özel bakış açısı altında değerlendirilebilecekti: Avrupa fikirlerinin tesiri, İslam ülkelerindeki milliyetçi hareketin özelliği ve devletçi milliyetçilikle dinci üniversalizmin teorik uzlaşımı.

Esasen İslam dünyasını Batı'ya karşı kendini tanımlamaya zorlayan Avrupa müstemlekeciliği, geleceğin milli devletlerinin siyasi sınırlarını ve halkların alacakları yeni kimlikleri belirledi. Bu olay genelde ihtilaflı bölgelerde kendini gösterdi. Osmanlı Sultanlığı' nın panislamist mücadeleyi devam ettirmekten aciz kalması Arap dünyasında hem Müslüman Türk'ü, hem de Batılı Hıristiyan'ı hedef alan öncü milliyetçi hareketin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Merkezi bir idarenin olmayışı sebebiyle bazen kendini şiddet hareketleriyle de gösteren sıçrama, reddedilmesi gereken hakimiyetleri önemine göre şu şekilde belirlendi: Arabistan'da Fransa, İngiltere, Türkiye; Uzak Doğu'da Hollanda, Britan ya, Hindistan ve bilahare Siyonizm.

İslam ülkelerindeki milliyetçilik hareketleri üzerinde Avrupa'nın daha kesin diğer bir önemli etkisi, bağımsızlık ve milli kimlik çağrılarını boğamayan müstemlekeci ülkelerin kısmen libero-politik bir sistem uygulamalarından kaynaklandı. Halbuki mesela Sovyetler Birliği sınırları içinde kalan Müslüman ülkelerdeki durum tamamen farklıydı. Eyyamcılık veya âni politik hesaplar yüzünden bağımsız İslam ülkeleri Rus hakimiyeti altında yaşayan kırk veya kırk beş milyon Müslüman’ın(*) durumunu ağızlarına almaktan bile kaçındılar. Bu ülkeler elbette şimdiden İslam ve milli değerleri bazında gelecekte Salv hakimiyetine ve Sovyetleştirilmeye karşı milliyetçi bir duygu geliştirmektedirler.(31)

Artık Avrupa'nın tesiri entellektüel hareketlerin şekillenişinde kendini göstermekte ve milliyetçi bir akım başlatmak isteyenlerde taklit etme arzusu uyandırmaktadır. Bu siyasi liderler, kendilerini İslam davasıyla kucaklaşmaya iteleyen kamuoyunun empoze ettiği İslami imperatifleri giderek tanımazlıktan gelebilirler.

Milliyetçiler siyasi amaçlarına ulaşmak ve bilahare Batı tarzı kurumlar teşkil etmek için halkın desteğine muhtaçtırlar. Amaçlanan hedef ve milliyetçiliğin tanımı, fert, devlet ve ümmeti ilgilendiren geleneksel İslami konseptlerin ışığı altında siyasi programları yorumlayan kitlelerin yoğun baskısı karşısında değişmek zorunda kalacaktır. İslam ümmetinin dini, örfi ve hissi özlemleri artık politika sahasına girmiştir. Terminoloji, fenomenlerin en iyi şekilde tarifi için nüanslardan yoksundur.

İslam ülkelerine has milliyetçiliği diğerlerinden ayırmak için kısa bir tarihi gezinti faydalı olacaktır. Avrupa milliyetçiliğinin, tarihi geçmişi boyunca şahit olduğu gerçek veya muhayyel siyasi kimlikten ziyade zafer ve zulümlerle yoğrulmuş bir tarihle beslenmiş olduğu şüphesiz. Bu milliyetçilik, milletlerin yasal varolma hakkının savunulması anlamını ifade etmekle birlikte, esasen başından beri geniş ölçüde ekonomik çıkarlarını sağlayan merkantalist bir doktrinle yönetilip yönlendirilmişti. Halbuki İslam ülkelerindeki milliyetçilik, özellikle tarihin ilk aşamasında, akıldan çok heyecana, iyi bir yönetimden ziyade spontane davranışlara dayanıyordu. İslam tarihinin dahi meçhulü olan sabık müstemleke toprak taksimleri artık çoktan bazı bölgesel kimlik arayışlarının dışavurumuna yol açmıştı. Siyasi otoritesini giderek kaybetmesine rağmen halife hala manevi düzeyde bölünmeyi önleyen bir sembol olarak duruyordu. Geniş bir imparatorluk ve mutlakiyet, diğer mahalli hükümetler lehine iktidarı tedrici surette yaya ve bazı milliyetçi duyguları ortadan kaldıran güçlü bir yönetime her zaman ihtiyaç duyuyordu.

İslam dünyasında "milliyetçi" şekillenmeyi başlatan proses henüz çok yeniydi ve geçici bir hareket olmak veya işi sonuna kadar götürmek konusunda gerçekten müteredditti. Batı'nın bildiği şekilden tamamen farklıydı. "Bağımsızlık" prensibi real olarak dışa vurulmamış bir hissin artık saklanamayacak hale geldiği şeklinde görülüyordu. Bugünkü İslam ülkeleri müstemleke sınırlarının değişimine ve reddedilecek hükümranlıklara göre parçalanmış bir imparatorluğun enkazı üzerinde hoyratça şekillenmemişlerdir. Bu teşebbüs içten kaynaklanarak gerçekleşmemiş, aksine bir noktaya kadar Batı'nın yetiştirdiği entellektüel elitlerin istekleriyle önce empoze edilmiş ve daha sonra da teşvik edilmiştir. Bu yüzdendir ki siyasi kurumların milliyetçiliği geniş ölçüde sınır ötesinden empoze edilen hissi dayanışma şekline bürünmemiş ve onunla ortak bir inancı paylaşmamıştır.

İslam ülkeleri milliyetçiliği konusunda yapılan analizler yanıltıcıdır. Kimisi on derece belirgin, kimisi de oldukça üniversalist manzaralar arz etmektedir. "Vatandaş", bazen Arapçılık gibi bölgesel veya üçüncü dünya ile dayanışma gibi duygusal olan milli ve İslami birçok teyamüllere katlanmak zorunda görülüyor. Dinin mümkün olduğunca milli politik kurumlara bağlanması veya tersine sivil bir otoritenin iktidara taşınmasıyla ilgili her türlü görüş, İslam'da ruhban sınıfı olmadığı için reddedilecektir. Madde ile manayı birleştiren bir din olması hasebiyle İslam'ın siyasi kaderi, devlet kurumlarının kaydedeceği gelişmeye paralel bir seyir takip edebilecek gibi görünüyor.

Çift yönlü bir teyamül veya çifte "uyruklu olma" söz konusu olduğunda orjinal bir reformcu doktrin, (32) çağdaş Müslüman’ın durumuyla yakından ilgili olduğu için bu meydanda üzerinde durulmaya değer. "Etnik uyruk", "siyasi uyruk"tan ayrılmaktadır. Birincisi din, kültür, gelenekler ve sosyal örfler; diğer bir deyişle "İslam"la ifade edilmektedir. "Siyasi uyruk" ise, ne asli bir kimlikle, ne de Müslüman’ın kendini üniversalist kabul ettirme ihtiyacıyla ilgili olmadığı için, kesin şekilde gelişimci şeraitin empoze ettiği yarı yabancı vakıaların durumuna bağlıdır. İslam ülkelerinin bugünkü milliyetçiliği bu durumda, çözüm bekleyen problemlerin aciliyeti ve çeşitliliği karşısında ancak bir sabırsızlık, yabancıya karşı bir reaksiyon hareketi ve en nihayet bazı İslam ülkeleri birbirine karşı muhalefet halinde bulunduğu için bazen şiddet dolu ve zararlı bir dâvânın leviyesi olacaktır.

Milliyetçilik, yeri geldiğinde demokratik İslam geleneğinin maddi ve manevi sosyal kurallarını daha fazla yürürlüğe koyacaktır. Modern İslam dünyasının baştan geçirmekte olduğu bu aşama, Türk, Acem veya Afrika'nın yaşlı medeniyetlerinin ürünü olan çeşitli ama İslamileşmiş tanımlara açılacaktır. Büyük bir ihtimalle bu tezahürler, şu veya bu şekilde(33) aşırı milliyetçiliğin karşısına bir engel olarak dikilmek zorunda bulunan İslam'a sırtını dayayacaktır. İslam, tesirini giderek daha fazla hissettirmektedir. Milli duygu Kur'an mesajının üniter espirisiyle uzlaşacak durumdadır. Coğrafi sınırları reddeden ama buna karşılık insan kriterini son sözü söyleyecek unsur olarak kabul eden din, aşırı bölgecelik tanımlarının ortadan kaldırılmasına katkıda bulunacaktır. Her mü'min ve her Müslüman halk eninde sonunda "eşit hukuk ve yükümlülükle inananlar toplumu kervanına katılmak zorunda kalacaktır."(34)

Siyasi bağımsızlığını kazanmış bulunan ve kendi kaderini yaşamak isteyen İslam ülkelerinin büyük çoğunluğunun milliyetçilik tanımı yeterince mantıklı görünüyor. Bu tanımın hiç bir zaman Avrupa milliyetçiliğinin tarihi konsepsiyonuyla ilişkilendirilmiş bulunan yayılmacı emeller ve merkezi etnikçilikle ilgisi olmamıştır. Etnik politika bariz şekilde toplumcu olarak kalırken, kollektif kendini tanımlama duygusu, tabiatıyla bir başkası değil sadece İslam ümmetinin tamamı nazar-ı itibare alınarak ifade edilebilecektir.

"Kur'an üniversal erdemle kollektif erdem arasındaki mutlu evliliği kabul ediyordu. Çünkü ona göre din kardeşliğinin dışında bir de Adem'de noktalanan kardeşlik vardı."(35) Eşitlik ve adalet gibi temel İslami değerlerin benimsetilmesi, kendi kabuğuna bürünmekten çok dünya çapında yayılmacı bir sınır ötesi harekat söz konusu olduğunda daima tahrik edici ve bazen de haşarıdır. Böyle bir milli duygu ne saldırgan, ne de tekelcidir: "Bütün milliyetçilere saygı duyuyoruz ama kendi milliyetçiliğini ispat mücadelesi veren her toplumun yanındayız." diye açıklıyordu günümüz Arap dünyasının en gözde siyasi liderlerinden biri.(36) "Kardeşlik" ruhuyla hareket etmek isteyen bu milliyetçilik Batılı tahlillere göre tezat ve tutarsızlık arzetmektedir. Çünkü duruma göre, cihanşümûl kardeşlik temennisi ve uluslararası müdahale ruhuyla hem bölgecilik, hem de milli saldırganlık içermektedir.

Her ne kadar tezleri olayların seyrine ve onları formüle eden siyasi kişilerin tutumlarına ve bazen de perde gerisindeki kimi şahısların ihtiraslarına göre değişiyor olsa da, Arap milliyetçiliği, reaksiyoner Müslümanların ilginç bir örneğini sergilemektedir. Bunun en belirgin örneği Suriye, Mısır ve en son olarak da Libya'da görülmektedir. Bunların dikkat çekici büyük fikirleri şu şekilde özetlenebilir: Bağımsızlık ve milli kimlik, emperyalizme karşı mücadele, birlik ve bir noktaya kadar sosyalizm.(37) Bu arada bunların tarihi açıdan Avrupa ve Türkiye'nin hakimiyetine aynı anda karşı çıkmış olmalarının farklı bir tavır olduğunu belirtelim. Vahhabi hareketiyle Arap Yarımadası'nın birleştirilme denemesinde sonra İslam dünyası içinde Mısır'da kendisini gösteren ilk milliyet ilik faaliyeti bir paradoks teşkil edecek şekilde Mısırlı olmayan Muhammed Ali tarafından canlandırıldı. M. Ali ülkesiyle Sudan ve Suriye'yi birleştirmeye girişti. İyi bir ordusu olmasına rağmen, projesi bütünüyle Büyük Britanya ve Fransa'nın çıkarlarına ters düştüğü için başarısızlığa uğradı. Ama bir kere hareket başlamıştı ve artık durdurulamazdı.

Osmanlı'nın panislamist hareketi yürütecek durumda olmaması ve Türk entelektüellerin kendi içlerine kapanmış olmaları Arapları kendi kaderlerini kendi başlarına tayin etmeleri konusunda oldukça serbest bırakıyordu. Kendini tanımlama olayı başlangıçta büyük kültür mirası çevresinde yoğunlaştı. Kur'an'ın Arapça indirilmiş olması Osmanlı’ ya karşı onlara entellektüel bir üstünlük şuuru sağlamış oluyordu. Arap milliyetçiliği 19. yüzyılın son çeyreğine girerken yeni bir edebi akım ve tarihe karşı ilgiyle kendini gösterdi. Ancak Arap vatanseverliğinde mühim bir yer tutmasına rağmen din, ilk etapta belirleyici bir rol oynamadı. Arapçılık esasen bir yandan Müslüman Türkiye'ye karşı kendini gösterirken, diğer yandan da hareketin öncülüğünü üstlenenler Avrupa'da okumuş olan Suriyeli ve Lüblanlı Hıristiyan Araplardı. Bunlar inançtan ziyade kültürel yönden hem Avrupa'ya hem de Osmanlı İmparatorluğu'na karşı kendini tanımlama bazında hareket ediyorlardı.

Birinci Dünya Savaşı'nın kopması sebebiyle siyasi uyanışın arkadan gelmesi gecikmedi. 1916 Haziran'ında Şerif Hüseyin tarafından Hicaz'ın bağımsızlığının ilanı "rönesans günü" yavm'un nahda olarak kabul edildi. Osmanlı baskısına karşı S.D.N Mandalarının aracılığıyla kendi müstemleke hakimiyetini sağlamlaştırmayı başaran Avrupalıların faaliyetleri Türkiye'de Kemalist devrimin zafer kazanması ve onun diplomatik başarılarının belli bir süre İslam'ın bir zaferi gibi görünmesiyle hatırı sayılır bir şok yarattı.

O sıralar Avrupa hakimiyetine ve Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasına karşı verilen mücadele Arap milliyetçiliğini beslerken, aynı zamanda ona yenileşmiş İslam'la sıkı sıkıya bağlı bambaşka bir çehre kazandırdı. Böylece Arap milliyetçiliği, siyasi davasına dini yönden destek verecek ifadeler aramaya başladı. Batı'nın çift yönlü aldatıcılığı, halka ulaşmak için prenslerden uzak duran yeni bir milliyetçilik şeklinin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Bunun yanında birlik özlemi artık sadece hissi bir şeydi ama yeni doğan bir emperyalizmin gerçek ve muhayyel saldırılarına karşı direnmek için sonsuz bir potansiyel güç düşüncesini de canlı tutuyordu.(38) Ezilmişlik duyguları, onların yol açtığı kültürel ve ekonomik problemler(39), kaderi dışarıdan yapılan empozelerle belirlenmeye son vererek dünya düzeninde yerini alma arzusu ve Filistin konusundaki irredantizm* Arapları "devrimci" bir çizgiye iterken, komünist demokrasilerin a priori sunmuş olduğu yegane desteği yeniden bulmaya sevketti.

Şerif Hüseyin "Arap İsyanı"nı başlatırken haklı olduğunu İslam dünyasına ispat etmek için kendine göre "gayr-ı müslim" Osmanlı Devleti'ne karşı hareket ettiğini ileri sürmüştü. Din, siyasetin yardımına geliyordu. İslam reformizmi, arka planda birlik ideali olmasına rağmen, hazırlık döneminde milli devletlerin siyasi devrimiyle yan yana hareket ediyor görünüyordu. Ekonomik durgunluk, kültür yozlaşması, sosyal dengesizlikler ve siyasi despotizm İslam'ın düşmanları olarak ilan edilmişti. Müslüman’ın mazisindeki örnekler bu hareketi yönlendirecek unsurlara sahipti. Bu şekilde kendine güven oluşacak ve istikbalin yolları açılacaktı; bunun için gerçek İslam'a dönmek yeterliydi. Gerçek İslam'a giden yollar ise çeşitliydi. Onların tercihleri Müslüman halkları bir kenara ayıracak ve milli devletlerin her birinde mevcut olan müesseseleri belirtecekti. Faaliyet programları, açıkça ve bilinçsizce orjinal İslam toplumunun ideallerindeki İslam'a dayandığından muhteva ve nirengi noktası açısından zorunlu olarak farklılıklar arzedecekti.

Bu arada şunu belirmek gerekir ki; Müslümanların tarihi birlik duygusu canlılığını muhafaza etmektedir ve zaman zaman, bazen kimlik ispatı gayretleriyle, bazen sosyal çatışmalarla bu birlik bir imtihan sürecinden geçiyor(40) ve hatta derin ayrılıklar ortaya çıkıyor olsa da, öyle kolay kolay bertaraf edilemeyecektir. Kaldı ki hemen her milli politik kimliğe sahip toplumlarda liberaller, ilericiler, devrimciler, muhafazakarlar, sosyalistel ve feodeller arasında da gerginlikler yaşanmaktadır. İslam toplumunda ise genel İslami konsepsiyonların kabulü ile dışarıdan ödünç alınan değerlerin asimilasyonu arasına bir sentez sağlayabilecek fikirler sürekli çatışma halindedir. Yabancı doktrinler üzerinde ortak bir hatta buluşulmasını teşvik eden ve dolayısıyla milliyetçiliği körükleyen iktisadi kalkınma imperatifleri ile modern hayata gereksinimleri tarafından ön plana çıkarılan sosyal çatlak üzerinde daha önce durulmuştur.(41) Ama zaman içinde ortalığı velveleye veren ideolojinin gerçeğin üzerini balçıkla sıvayamadığı ortaya çıktı. Toplumun ithal edilen fikirlerden fazla müteessir olmayan üst ve orta tabakaları her tür modernizasyon gelişmesini daha İslami bir vizyon içinde değerlendirdiler. Sadece olayların politik seyrine tesir edebilen soyut fikirlerin bir toplamından ibaret olmayan fakat aynı zaman da ferdi sorumluluk ve toplumsal düzeni de sağlayan İslam, giderek mütedil bir unsur olarak kendini takdim edebiliyor.

On iki asır boyunca Hilafet, vahyedilmiş İlahi Kanun'un rehberliği altında bütün Müslümanları birbirine bağlayan bir unsur olarak kaldı. Siyasi şartlar İslam ümmetinin çeşitli ulus devletlere bölünmesine yol açtı. Ekonomik gereksinimler karşısında, tarih mirası, politik çıkarlar ve çeşitli milliyetçi hareketlerin büyük çoğunluğu imanın kaynaklarına yönelme davasıyla kendisini gösterdi. Arap ülkelerinin çoğunda farklı bir kimlik iddiası sosyal değişim eğilimlerini de beraberinde getirdi. Müslümanların dağınık halde yaşadıkları ve azınlıkların "tarihi bir bölge"ye sahip olmadıkları Hindistan'da bu sosyal değişim, din çevresinde komünoter bir gruplaşma meydana getirerek, çoğunluğu Müslüman olan birbirine benzer iki bölgede Pakistan'ın kurulmasına yol açtı. Endonezya'da ise kendini tanımlama sürecini noktalamak isteyen İslam, atadan miras gelenekler çevresinde toplanma konusuna ağırlık verdi. Siyah Afrika'ya gelince; üstün manevi bir medeniyet vektörü ve yeni sosyal yapıların ortaya koyucusu olarak dinamik bir şekilde kendini gösterdi. Şii İran'da barışçı ve eşitlikçi bir mistizm yapısı altında arz-ı endam etti. Türkiye'de Kemalist devrim belki de definitif olmayan radikal bir laisizm tesis etti. Farklı görüşlere sahip olmalarına rağmen bu tezahirlerden her biri aynı kalıptan çıkmış gibiydi ve genelde modern toplumun problemlerine gerçek çözümler üretme arzusunda olan geleneksel dinamik bir İslam boyasıyla boyanmıştı.

Kendi değerlerini ifade ederken siyasal İslam, manevi yönünü kaybetmiş, ahlaki değerlere saygısını yitişmiş bir dünyaya karşı realitesini, geçerliliğini ve uygulanabilirliğini tereddütsüz ortaya koymaktadır.(42) Bir başka deyişle, vukû bulan olaylarda kendini fazla gösterememiş olsa bile, sarsılmaz birlik duygusu canlılığını muhafaza etmektedir. Bu duygu derin bir dini heyecanı, kader birliği yapan bir toplumun inancını, gelecek ümidini ve cemiyetlerin homojen bir vizyonunu ifade etmektedir. En çok batılılaşmış elit tabaka nezdinde dahi iman, dünya gerçekleri karşısında kendini yeniden keşfetmenin bir ifadesi olarak sağlığına kavuşmaktadır. Milliyetçilik de, Kur'an'ın ortaya koyduğu üniversalizmin daima canlılığını muhafaza eden şuuru sayesinde "birlik arzusu"yla nikah masasına oturacaktır. Çünkü farklı milletlerin birbirine karşı saygı ve kardeşlik ruhuyla davranmaya başladığı günden itibaren temelde herhangi bir ciddi tezat göze çarpıyordu.


- Batı Dayatmacılığı ve İslam - Marcel A. Boisard -


28- HOURANI, Albert, A Vision of History, Near Eastern and Other Essays. Beyrut (Hayat Yayınları), 1961, V/160 sayfa, bl. III, s. 71 vd. Yazar özellikle Arap ülkeleriyle ilgili bilgi vermektedir.
29- "Destur" Partisi'nin 1919 ve 1933'de Fransa'nın Tunus'ta teşebbüs ettiği kendi tebalığına geçirme hareketine karşı çıkışı dini argümanlarla desteklendi. Gizli bir Hıristiyanlaştırma hareketi gibi göründüğü için tebaalığına geçirme meselesi anti-İslamik olarak kabul edildi. Fransız tebaalığına alınan Tunuslu Müslümanların kefenleriyle gömülmeleri için özel mezarlıklar teşkil edildi. Bu olay politik bir suistimal olmuş olsa bile, dikkat çekici bir örnektir. Bkz. Pellegrin, Islam, p. 127.
30- Bkz. DODGE, Bayard, " The significance of Religion in Arab Nationalism" in PROCTOR, J. Harris (edit), Islam and Iternational Relation, Londra (Pall Mall),1965, X/221 pages, pp. 94-119. Bundan sonra: Proctor, Islam. Yazar Arap dünyasını son derece güzel tasvir etmektedir. Verdiği örnek daha inandırıcıdır ama biz bunun okuyucuyu fazla ilgilendireceği kanaatinde değiliz. İdantik sonuçlar diğer İslam ülkelerine "mutatis mutandis" olarak uygulanabilir.
* Elinizdeki eserin 1979 yılında basıldığını göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü bugün söz konusu ülkelerin büyük bir çoğunluğu bağımsızlığına kavuşmuştur ve nüfusları da yarı bağımsız ve otonom olanlarla birlikte seksen milyon civarındadır. (çev.)
31- Müslüman Kardeşler'in Şam'da düzenlediği bir halk kongresi sırasında 1950 Mayısında Şeyh Mustafa
es-Sibai'nin şu açıklaması dikkate sezavardır: " Burada [Suriye ve Lübnan] ve Magrib'de..yaptıklarından dolayı Fransızlardan, Mısır, Filistin ve bulundukları diğer yerlerde yaptıklarından dolayı İngilizlerden intikamımızı alacağız..;
(İsrail'e verdiği destekten dolayı) Birleşik Devletler'le de görülecek bir hesabımız vardır. Buna karşılık Rusya'ya herhangi bir kinimiz yoktur." COLOMBE, Marcel
tarafından Orient arabe et non-engagement, Paris (Publications orientalistes de France), 1973, 2 cilt, c. 1, s. 104'de kaydedilmiştir.
32- Bu görüş Cezayirli reformcu Ben Badis tarafından geliştirilmiştir. Bkz. Merad, Reformisme algerien, p. 187 et ssq.
33- Bugünkü tanımıyla "Arap milliyetçiliği" bu konuda dikkat çekici bir örnek teşkil eder.
34- Abdulcelil, Aspects, p. 71.
35- Draz, Initiation, p. 81.
36- Albay Kaddafi'nin konferansı. Bkz. El-Ehram, 31 Mart 1972.
37- Bu konuda Birleşik Arap Cumhuriyetleri (B.A.C) Yönlendirme Bakanlığı'nın yayınına bkz. La Charte, 21 Mayıs 1972, Kahire (Devlet Enformasyon Dairesi), 1962, 44 sayfa ve özellikle 9 ve 10. bölümler, s. 25 vd. Bundan sonra: B.A.C., Charte.
38- Bkz. Albay Kaddafi'nin beyanatı. Le Monde, 5 Mayıs 1971.
39- "Sömürüye karşı isyan, sömürülen bütün halkların tabii hakkıdır. Ama halkımızın yüreğinde yer eden ve şu ana kadar da sömürücülere karşı bir türlü sönmeyen kin, bu dönemde haklılığını ispat edecektir." B.A.C., Charte, s. 43.
* İrredentisme: Anayurt dışında kalmış, dil ve töre bakımından aynı olan halkın yaşadığı toprakları anayurda katma doktrini. (çev.)
40- B.A.C, Charte, p. 125.
41- Mesela Rodinson, Marxisme, p. 575 et ssq.
42- Bennabi, Vocation, pp. 152-153; Pickthall, Culture, p. 174.
Bunu ilk beğenen sen ol.
Üye
RE: MiLLiYeTÇiLiK ve İsLaM DeVLeTLeRi
sanki okudunda iso:D ömür mü yeter bunu okuyama :D
Kitabımız Kuran İlim kokuyor.. Kaç müslüman günde acip okuyor.. okuyanda işte öyle okuyor.. manasına kafa yoruyormuyuz..?... MÜSLÜMAN-ÜLKÜCÜ... !
Bunu ilk beğenen sen ol.

İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren İslami Forum sitemizde 5651 sayılı kanunun 8. maddesine ve T.C.K'nın 125. maddesine göre tüm üyelerimiz yaptıkları paylaşımlardan kendileri sorumludur. Sitemiz hakkında yapılacak tüm hukuksal şikayetleri bağlantısından bize ulaşıldıktan en geç 3 (üç) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmenlikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve site yöneticilerimiz tarafından bilgi verilecektir.