You need to enable JavaScript to run this app.

Skip to main content

Yeni Üye
HiLaFeT MeSeLeSi

Hilafet, Arapça kökenli bir kelime olup, halifelik anlamındadır. Kelimenin kökü 'halefe'dir. Buradan halef, hilaf muhalefet gibi sözcüklerin yanı sıra, halife ve hilafet terimleri türemiştir. Türkçe'de zaman zaman kullanılan halef-selef tabiri de bu kökle bağlantılıdır. Buna göre önceden gelen, öncel anlamındaki selefin zıddı olarak halef, sonradan gelen, ardıl anlamını taşımaktadır.

İşte 'halife'; ardıl, sonradan birinin ardından gelen anlamında türetilmiş bir isimdir. Hulefa da bunun çoğuludur. Ayrıca yine aynı konumda halaif de kullanılmaktadır. Hilafet ise Arapça'da masdar olarak geçip, sonradan isim halini almıştır.

Kuran'da gerek tekil haliyle halife, gerekse çoğul haliyle halaif ve hulefa kelimelerinin geçtiği görülmektedir. Yalnız bunların, daha sonra İslam’ın kültürel ve kurumsal tarihindeki halifelikle bir ilgisi bulunmamaktadır. Bilindiği gibi halife kelimesinin Kuran’da ki temel bağlamını Allah'ın yeryüzünde bir halife yaratacağından bahsi oluşturmaktadır. Buna göre Adem yeryüzünde meleklerin bilgisi dahilinde ve şeytanın muhalefeti rağmına halife kılınacaktır.

Ayrıca kelime Kuran'da çoğul haliyle, atalarının sahip oldukları refahtan yararlanan kişiler hakkında kullanılarak, bunlar halefler olarak tasvir olunmaktadırlar.

Kurumlar tarihi bakımından terimin, ilk defa Hz. Ebu Bekir’in yönetimin başına geçmesiyle ortay çıktığı şeklinde çok yaygın bir görüş bulunmaktaysa da, bunda belli şüpheler vardır. Çünkü kendisinin bu unvanı kullandığı noktasında kesin bir bilgi yoktur. Bunun yerine Müslüman toplumda bu makamı karşılamak üzere kullanılan tabir 'Emîrul-Mu'minîn' olmuştur.

Müslüman toplumda devlet başkanına halife unvanının verilmesi konusundaki siyasi bir takım menkıbelerde de kelimenin geniş ve dar anlamları ortaya çıkmaktadır. Buna göre Peygamberden sonra gelen kimsenin, yani onun ardılının halifelik vasfının gönderisi hususunda iki seçenek bulunmaktadır. İlk akla gelen, Kuran'la da bağlantılandırılmaya çalışılarak halifetullah, yani Allah'ın halifesi kullanımı olmuştur. Rivayetlere bakılırsa bunun, çok cür'etli bulunarak Ebu Bekr tarafından red olunduğu söylenmektedir. Bunun yerine onun, peygamberin vefatından sonra, peygamberlik görevinin dışında haiz bulunduğu yetkilerin devralınması anlamında halife tu rasulullah, yani peygamberin halifesi tabirini tercih ettiği anlatılmıştır.

Ne var ki, halifetullah tabiri bütünüyle terkedilmiş değildir. Hz Osman hakkında bu kelimenin kullanıldığına dair kayıtların yanında, Emeviler, Abbasiler ve sonrasında bu yönde kullanımın yaygınlaşmış bulunduğu görülmektedir. Bunun tarih içerisinde somut bir tezahürü, zıllullah fil-arz, yeryüzünde Allah'ın gölgesi kullanımı olmuştur.

Diğer taraftan Müslüman toplumların kültürel ve kurumsal tarihinde aynı kelime daha küçük çaplı sahalarda da kullanım alanı kazanmıştır. Sözgelimi halife terimi, devletin vergi toplama merkezinin başında bulunan şahıs için; tarikatlarda başta bulunan şeyhin temsilcileri için; Mehdi hareketlerinde Mehdînin ardılı için;

Osmanlı döneminde Babıalî’deki kalem katipleri ya da mahalle mekteplerinde hoca yardımcıları için kullanılmıştır. Son iki durumda doğrudan halife yerine bundan bozma kalfa kelimesine rastlanmaktadır.

Öte yandan tarihi bir terim olarak halife unvanı, İslam’ın hızla yayılmasıyla birlikte -ki, bu Roma imparatorluğu ve İran devletinden önemli toprak alımlarını ifade ediyordu- o zaman için yükselen yeni bir siyasi ve askeri gücün adını temsil etmiştir. Tabii bunun da ötesinde o, sözde Müslüman toplumların kurumsal tarihlerinde yine sözde dîni nitelikli yönetim tarzının adı olmuştur. Bu durum, sonraki dönemin kamu hukuku metinleri olarak Ahkamus-Sultaniye tarzı siyaset kaynaklarının teşekkül ve içerik kazanmalarında da çok belirleyici olmuştur.

İslam’ın teorik bütünü bakımından meşru konumdaki yegane dönem hulefayı raşi-dîn olarak anılan ilk dört halifenin yönetimleri olmuş görünmektedir. Bu dönemde, çok büyük karmaşalar ve fitneler yaşanmışsa da Müslüman toplumun sevku idaresi İslami eksenden henüz çıkmamıştır. Zaten bunun içindir ki, bu dönemin halifelerine raşid, yani doğru yolda sıfatı atfedilmektedir.

Ancak Emevilerle birlikte artık İslami idare bir monarşi haline dönüşmüştür. Gerek bunların, gerekse Abbasiler'in muktedir ve muazzam birer imparatorluk kurmuş olmaları, İslam’a ilişkin bu nakısayı zor yoluyla kapatıcı siyasi formüllerin revaç bulmasına, buna karşılık bu yeni sistemin Müslüman muhaliflerine karşı kırbaçla Cuma namazlarına götürmekten, işkence ve katletmeye kadar şiddetli tedbirlerin başarılı olmasını mümkün kılmıştır.

Yalnız, hükümranlık sahalarının genişlemesi, zamanla hilafet kurumunun siyasi açıdan zayıflamaya başlayıp, sembolik bir unsur haline gelmesiyle paralellik kazanmıştır. Bu arada hilafetin önce Büveyhiler'in, daha sonra da Selçuklular'ın kontrolüne geçtiği görülmektedir. Bir taraftan da Onuncu yüzyıl başlarında Fatımiler alternatif bir hilafet iddiasında bulunmuşlardır. Bu kuzey Afrika menşeli Mısır, Suriye ve Arabistan'a hükmetme konumundaki güç, Bağdat'takiyle bu yönde uzun süreli bir nüfuz çatışması yaşamış ve önemli bir tehdit oluşturmuştur.

Diğer taraftan yine Onuncu yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren, bu sefer kıta ötesi bir hilafet gücü sahneye çıkmıştır. İspanya, Kurtuba'da Umeyye emirinin kurduğu yapı, hilafet konusunda tamamen lokallikle karakterize olan bir versiyonu temsil etmiştir. Kendi nüfuz alanının dışında otoritesi olmayan bu halifelik ancak bir asırlık bir ömre sahip olmuştur.

On üçüncü yüzyıl ortalarında Moğollar'ın Bağdat'ı yıkmaları sonrasında hilafet artık uzun bir süre Kahire'de Memluklar idaresi altında gölge halifelik olarak adlandırılan bir statüde devam etmiştir. Sünni topraklardan, özellikle de Osmanlı İmparatorluğu ve Hindistan'daki Müslüman devletinden belli bir tanıma elde eden bu güç, Yavuz Selim'in Mısır'ı fethetmesiyle yıkılmıştır.

Bu hadisenin hilafetin resmen Osmanlı İmparatorluğuna geçmesi olarak gösterilmesinin, tarihi bir veri olmayıp, ancak bir efsaneden ibaret olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Osmanlılar ile ilgili olarak bu terimle bir çiftelikten ilk defa 1788 gibi geç bir zamanda, o da Ermeni kökenli bir Avrupalı tarafından bahsedilmiş olması ilginçtir.

Halifeliğin Osmanlı imparatorluk tarihinde fonksiyonel hale gelmek durumunda olduğu yegane dönem, anlaşıldığı kadarıyla İkinci Abdulhamid dönemi olmuştur. Pan-İslam özelliklerin baskın bulunduğu bu devrede bu 'İslami' güç üzerinde İmparatorluk maslahatı zemininde manipülasyonlar girişildiği açıkça görülmektedir. Bu politika, Osmanlıya, tüm İslam dünyasında bir sadakat temininde önemli ölçüde başarı temin etmişse de bu, zikredilen dönemle sınırlı kalmış, bilindiği üzere yeni kurulan devlet, laik politikaları çerçevesinde hilafeti tarihsel olarak sona erdiren karar almıştır.

Terimin siyasi tarih içerisinde izlediği seyir ana hatlarıyla böyle olup, görüldüğü üzere İslamî teoriyle bağını isbat hususunda kuvvetli bir veri içermemektedir. Buna karşılık işin teorik yanı farklı değildir, hatta daha da sorunlu yönlere sahip görünmektedir.

Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki, Müslüman toplumda bir yönetim sitemi olarak bu, kullanılan yegane terim olmamıştır. Bunun yanında emirul mu’minîn, imam ya da imamet gibi terimler de belli bir yoğunlukta kullanılmış, teorik kaynaklarda temel başlıklar olarak yer alabilmişlerdir. Hilafet, daha çok sünnî siyasi teori ve kurumlaşmanın tasvirinde ön plana çıkmış bir terimdir.

Buna karşılık genel bir yönetim sistemi olarak soyutlandığında, konunun İslam’ın kültürel izdüşümleri sahasında belli başlı üç ana eğilimin tasviri mümkün olabilmektedir. Bunlar Sünni, Şii ve Haricî temayüllerdir. Bu üç ana eğilimin alt kolları da olabildiği gibi, bunların dışında tali bir takım teorizasyonlar da mevcuttur.

Bahsedilen üç temayülün teorik birer sistem halini almalarında İslam tarihinin erken döneminde ortaya çıkan hak iddiaları arka plan rolünü oynamışlardır. İlk halifenin seçiminde Ali'nin belli ölçüde muhalif tutumundan başlayıp, yine Ali-Muaviye çekişmesine kadar geçen döneme ait kavramlaştırmalar, Sünni teorinin temel dayanakları haline gelmiş; iş, halifelerin sıralanış biçiminin akaide ve kelam kitaplarına girmesine kadar vardırılmıştır.

Sünni teorinin temel bir kabulü, hilafetin Kureyşîliği tezidir. Buna göre halife olacak kişinin Kureyş kabilesinden olması gerekmektedir. Ki, bu halifeye itaat da yine dini bir zaruret olarak sunulmuştur. Ona itaat Allah'a itaat olduğu gibi, ona isyan da Allah'a isyan olacaktır. Bunun yanında Sünnî teorisyenlerin ortaya koydukları diğer şartlar arasında ise erkek olma, reşid olma, bedeni ve akli cihetlerden sağlıklı bulunma, iyi ahlaklı olma, fıkhı bilme, yönetim ve savunma ile ilgili işlerde muktedir olma gibi nitelikler yer almaktadır.

Teoride ortaya çıkan bir güçlük, halifelerin kendi haleflerini tayin usulünde ortaya çıkan farklılıklar ile saltanat sisteminde beliren, soy esasına göre halife olmayı, belli kuralların izlenmesi ve seçim esasının savunulmasıyla telif işi olmuştur. Eski ilkeler üzerinde ısrar etme girişimlerinin yanında realpolitik olarak bu şartları gevşetip, iptal edebilme şeklinde görüşler de buluna gelmiştir. Zaten saltanat olarak ifade bulmuş monarşik yönetimlere karşı bu husus, ya kuramı bu fiili durumlara uydurma, ya da belli ölçülerde buna karşı eski durumu teyid eden sözde delillere yer verme şeklinde farklı tepkilere yol açmıştır.

Birinci durumda biraz yukarıda belirtildiği gibi mesned oluşturma durumundaki şartlar yumuşatılmış veya tamamen devre dışı bırakılabilmiş; ya da tam aksine mümkün olduğunca ama tabii teorik düzeyde bu uymazlık durumunu da dini açıklamalara bağlayan bir yol izlenmiştir ki, sözgelimi hilafetin otuz yılla sınırlı olup, bundan sonrasının meliklik olacağı şeklindeki sözde hadise müracaat bu konuda çok tipik bir örnektir.

İslam siyasal tarihindeki erken dönem bölünmenin güçlü bir başka tezahürü ise Şii temayüllerdir. Artık bu noktada kullanılan terim hilafet değil, imamettir. Bu kesimi karakterize eden temel husus ise İslam toplumunun yönetiminin Ali ve onun soyundan gelenlere tahsis edilmiş olduğu inancıdır. Bunun, teorideki doğal bir sonucu imametin, yani liderliğin bizzat Allah tarafından tayin yoluyla belirlenmiş olduğu, dolayısıyla seçim gibi bir durumun söz konusu edilmeyeceği noktası olmuştur. Ali, doğrudan peygamber tarafından da kendisine vasi tayin olunmuş ve Allah tarafından yöneticilik makamı onun soyundan gelecek kişilere takdir ve tahsis edilmiştir.

Şii teoride 'imam', sıradan insanlardan faklı, en önemlisi de, peygamberlerden sonra bile ilahi mesajla bağlantı halinde olarak tasarlanan bir kişi konumundadır. Aslında peygamber, daha hayatta iken Allah tarafından seçilmiş bir kişi olarak Ali'ye, sahip bulunduğu sırrı tevdi etmiş, o ve ondan sonra gelenler de, bu sırrı diğerlerine nakletmişler ve böylelikle 'imamet' zinciri mümkün olabilmiştir. Böyle bir kabulün 'imam'ı insanüstü bir konuma getireceği açıktır. Zaten bu yaklaşımda 'imam'ın ilahi bir nur taşıdığına 'iman' olunmaktadır.

Dolayısıyla bu doğrultuda Şianın 'imam'ı, özellikle kanun yapma noktasında tam bir yetkiye sahip bulunmaktadır. Onun ağzından çıkanlar Şeriatın bir parçası olmak durumundadırlar. Onun söz ve davranışlarından herhangi birinin, şeriatla çatışma halinde olması mümkün bir husus değildir. Aksine şeriatın sırlan ona emanet edilmiştir. Ve o zaruri olarak ismet sıfatıyla muttasıftır, zira dini ayakta tutacak insan olarak o seçilmiştir, din ona dayanmaktadır.

Şiîliğin birer ana dalı olarak İsna Aşeriyye ve Ismailiyye, ana hatlarıyla bu inançları paylaşmaktadırlar. İsmailiyye'yi bu konuda farklı konuma getiren belli başlı karakteristikler olarak Cafer Sadık'tan sonra imam olacak kimse konusu -ki adını buradan almaktadır-, imamın açık ve tanınan biri olmayıp, gizli ve örtülü olmasının lüzumu, diğer insanlara caiz olmayan şeylerin ona caiz olabileceği gibi konular zikredilebilir.

Ancak Zeydiyye kolu bazı farklı kabullere yönelmiştir. Bunların en başta zikr olunanları olarak imamları nübüvvet ve ilham düzeyine çıkarmamaları, onların insanüstü olmayıp, ancak fazilet olarak diğerlerinden faziletli olduklarının kabulü ve 'imam'ın tayin edilmiş/ belirlenmiş olmayıp, seçimle işbaşına geleceği düşüncesidir.

Bu konuda üçüncü büyük temayül, aslında zaman olarak hepsini önceleyen Hariciliktir. Bu eğilime göre halife bütün Müslümanların katılacağı seçimle işbaşına gelmek durumundadır. Halife olmak için özel bir kayıt, sınırlama yoktur. Ancak halife hata eder ve saparsa azledilme yada katledilme zorunluluğu doğacaktır. Bu arada ilginç bir husus olarak Harici fırkası olan Necedat, normalde birliğin sağlanması durumunda imama ihtiyaç olmadığını bile savunmuştur.

Teorik alanda gözlenen bu karmaşa, tarihi pratikte de fazlasıyla cari olmuştur. O kadar ki birbirine taban tabana zıt uygulamalar, aynı terim dahilinde tarihi formlar teşkil edebilmişlerdir.

Bütün bu bilgilerden sonra açıkça ortaya çıkmaktadır ki, adına ister hilafet densin, isterse onun Şii muadili olarak imamet densin, bu yönetim terimi, tarihsel, konjonktürel ve hatta bazen manipülatif yüklemlere sahip bulunmaktadır.

Onun içerisinde gerçek bir İslam devlet yapısının olmazsa olmaz teorik muhtevasını yansıtacak bir malzemeye neredeyse hiç rastlanmıyor dense yeridir. Şu anlamda ki, Müslüman bir toplumda devlet denilen siyasi gücün konumunun, gerekliliğinin ve Kuran’i sınırlarının soyut, işlenmeye müsait teorizasyonu bu birikime, yani hilafetin terminolojik tarihine ve soy kütüğüne dayandırılamaz.

Zaten Kuran'da bu terimin akrabası konumundaki sözcüklerin hemen hiçbirinin, İslam iddialı kültürel tarih içerisinde ortaya çıkan formlar ve bunlardan hareket eden teorilerle anlamdaşlıkları söz konusu değildir. Bunun yerine bu terminolojik tarih, belli dönemsel gelişmelerin ortaya çıkardığı fiili durumları sonunda teorik birer bütün haline getiren 'tarihsel' formülasyonlar içermektedir. İslam’ın, elbette, doğrudan olmasa da, yönetimle ilgili bir takım gerekleri bulunmaktadır; ama bunların tarihsel olarak hilafet denilen kurumlaşmayla birebir örtüştüğünü söylemek mümkün değildir.

Ama ne var ki, sanki bunlar konjonktürel mahiyette değilmiş, üstelik Kuran ve sünnet verileriymiş gibi algılanınca iş değişmekte, İslami siyasi teorinin vazgeçilmez unsurları haline gelmektedirler. Nitekim bugün mezhepler tarihine bakıldığında, neredeyse hepsinin, başlangıç noktasını, bu meseleye yaklaşım biçiminden aldıkları müşahade olunmaktadır.

Yine bunlar marifetiyle konu, bir iman meselesi haline getirilerek, İslam inanç kodeksine sokulmuştur. Kimi, yöneticiyi bizzat Allah'a seçtirerek İslamî (!) bir teokrasinin temellerini atmış; kimi Halifenin Kureyş'ten olmasını yüzyıllar süren bir takıntıya dönüştürmüş; kimi de peygamber haleflerinin sıralamasını bir dini terfi/ disiplin duygusuyla akaid kitaplarının müstakil bir bölümü haline getirmiştir.

Günümüz sözde İslami siyasi pratiğinde de bu konuda, hala canlılığını muhafaza eden tezahürlere rastlanmaktadır. Yine kimileri hareketlerinin odak noktası olarak hilafeti ve hilafetin tesisini seçmekte, Hilafet konferansları tertip etmektedirler. Hilafet adıyla dergiler çıkarılmaktadır. Kimileri de Avrupa'nın göbeğinde tahtadan tüfekler marifetiyle, bağımsız (!) Hilafet Devleti tesis edip, Halifesi'ni de tensip buyurmuş bulunmaktadırlar. Halbuki, ne geçmiştekilerin, ne de şimdikilerin bu davranışlarını İslami ciddiyet ve özle bir ilgileri bulunmamaktadır.

Diğer yandan hilafet denilen şeyin tarihsel koşullarla şekillenmiş olup, dinin bir cüz'ü olmadığını söylemek, otomatikman İslam’ın bir kamu hukuku niteliği taşımayıp, apolitik, siyaset dışı bir din olduğu anlamına da gelmeyecektir.

Adları sosyologa çıkmış sosyal/siyasal planlamacılar ile bunların çekim alanına girmiş sözde Müslüman aydınlar, terimin Kuran'da bulunmadığı keşfinin rüzgarıyla Müslümanları, önüne gelenin biçimlendireceği, dini açıdan siyasi sorumlulukları bulunmayan bir fenomene indirgemeye çalışa gelmişlerdir.

Bu tür iddiaların vardıkları neticelerin de, araştırdıklarını iddia ettikler Kuran çerçevesinde bir geçerlilik taşımadıkları açık bir gerçektir. Bu, olsa olsa onların gönüllerinden öyle geçirdikleri kuruntular olabilir. Modern zamanların mitosu olarak, alemlerin Rabbi'nin ‘ontolojik hakimiyet'le yetinen bir Rab olduğunu söyleyerek mızrak çuvala sığdırılamayacaktır. Ama yeryüzü hakimiyetinin, emanetinin 'hilafet' olarak adlandırılması da bir zaruret değildir.

- İktibas Dergisi -
Bunu ilk beğenen sen ol.
Son Düzenleme: 04-04-2008, Saat:02:16 PM, Düzenleyen: bulenttttttt.

İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren İslami Forum sitemizde 5651 sayılı kanunun 8. maddesine ve T.C.K'nın 125. maddesine göre tüm üyelerimiz yaptıkları paylaşımlardan kendileri sorumludur. Sitemiz hakkında yapılacak tüm hukuksal şikayetleri bağlantısından bize ulaşıldıktan en geç 3 (üç) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmenlikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve site yöneticilerimiz tarafından bilgi verilecektir.